Her dönemin kendine özgü bir yönetim biçimi vardır. Türkiye’de geçen yüzyılın ilk yarısında “idarecilik” egemen yönetim biçimiydi. O yıllarda idarecilik, bir şeyler talep eden halkı ve tüccarı yatıştırmak olarak anlaşılıyordu. İdare kavramı, değişime uyum sürecini içermiyordu. Eskiden yönetmek fiili yerine “tedvir etmek” kullanılırdı. İdare ve tedvirin kökü dönüş, dönme anlamına gelen “devr” idi. Devlet işleri de zaten yine aynı kökten gelen bir “daire”de yapılırdı. İşin başındaki müdürün görevi, işleri alışılageldiği gibi döndürmekti. “İdare”nin kökünde, bir şeyin kendi yörüngesi etrafında, bir kısır döngü içinde dairesel dolaşması vardı. Nüfusun ancak yüzde 15’inin okuma yazma bildiği bu dönemde idarecilik ister istemez sıkı bir disiplin ve katı bir hiyerarşi ile yürütülüyordu.
20. yüzyılın ikinci yarısında dünyada ve Türkiye’de sosyal ve ekonomik gelişme hızlanınca “durumu idare etmek” ve mevcudu korumak bir işe yaramaz oldu. Değişimi yönlendirmek ve hızlandırmak zorunlu hale gelince idarecilik gözden düştü. Yeni dönemde değişim ve gelişim için işe yeni bir yön vermek, yeni sorunların çözümü için yeni yollar bulmak gerekiyordu. Bu dönemde “idare” yerine “yönetim” kavramı ön plana çıktı. Yöneticiler, verimliliği, kaliteyi ve rekabet gücünü tek başlarına artıramayınca çevresindeki insanları yönlendirerek hedeflerine ulaşmayı amaçladı. Yönetimin amacı, işyerinde üretkenliği sürekli geliştirmek ve yapılan işten sağlanacak kazancı arttırmaktı. Sanayileşmenin en önemli ekonomik hedef olduğu yıllarda fabrika yönetiminin üretimi arttırmak için uyguladığı her yöntem hoş görülmekteydi. Bu dönemde iyi bir bilançoya ulaşmak için her yol mubahtı. Bulunduğu ortamdan adeta kale duvarları ile ayrılan fabrikada, yönetici tek yetkiliydi. İthal ikamesi döneminde toplumun talep ettiği üretimi yapan, işgücüne istihdam sağlayan yönetim bir tür dokunulmazlığa sahip olarak el üstünde tutulmaktaydı. Pazara sürülecek ürünün niteliği konusunda da son söz ve karar yönetimdeydi.