Bir sonsuz türküdür Diyarbakır
Bir türkü gibi geçti bir kez daha yaşamımdan Diyarbakır, yine unutulmayacak anılar bıraktı. İşte kadim kentte geçen 36 saatimin hikâyesi…
“En uzak, o adsız ve kimselersiz, / O yiğit yıldızda duyuyor musun? / Bir Stradivarius inler kendi kendine, / Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil. / Önce bendim diyor ve sonra benim… / Ölümsüz, güzel ve çetin. / Ezgisidir dolaşan bütün evreni. / Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.”
Diyarbakırlı ozan Ahmed Arif’in “Suskun” adlı şiirinden bu dizeler. Ben de ruhumda bir Stradivarius ezgisiyle dolaşıyorum Diyarbakır’ın bilinen ve bilinmeyen ıssızlıklarını…
Şiirlerdeki “kanı kırmızı yediverenler” artık açmıyor Diyarbakır’da; “Seni baharmışın gibi düşünüyorum / Seni, Diyarbekir gibi, / Nelere, nelere baskın gelmez ki / Sen düşünmenin tadı…” diyen ozan da yaşamıyor, ama Diyarbakır; bu kadim kent, binlerce yıldır olduğu gibi güzel, hafızalardan silinmeyecek denli büyüleyici, varlığını sürdürüyor…
Okuduğum Diyarbakırlı yazarlar, şairler ve kitapları da eşlik ediyorlar bana… İşte bazıları: Mıgırdıç Margosyan’ın “Gâvur Mahallesi”; Cahit Sıtkı Tarancı’nın tüm şiirleri; intihar ettikten sonra beyninde bir kurşunla yaşayan düşünür Ziya Gökalp’in çalışmaları, Esma Ocak’ın eserleri, “Dünya Kitap Yılın Gastronomi Kitabı” ödülünde “2019 Jüri Özel Ödülü” verdiğimiz Silva Özyerli’nin “Amida’nın Sofrası.” Ve de Süleyman Nazif, Orhan Asena, Sezai Karakoç’un da aralarında bulunduğu isimler ve onlarca kitapları…
Kalkan balığı şeklindedir surları
Birçok kez gittiğim ve her defasında daha çok sevdiğim Diyarbakır, daha uçaktan bakıldığında, bir kalkan balığı görünümünde inşa edilmiş olan surlarıyla büyülüyor. Onlar ki her bir burcunun, her bir kitabesinde ayrı bir hikâye, ayrı bir efsane barındırıyor…
Aynı zamanda dünyanın en büyük kalesi Diyarbakır surları. Uzunluk olarak da Çin Seddi’nden sonra ikinci. Yörede bulunan bazalt taşından inşa edilmiş, 5 kilometre uzunluğunda 82 burcu olan bir kale…
Diyarbakır’da saatlerce saatlerce yürümelisiniz… İşte o zaman, artık baharın eli kulağında ya daracık sokaktaki bir evden Diyarbakırlı şair, yazar ve güftekâr Fuad Edip Baksi’nin sözleriyle “Bir Bahar Akşamı Rastladım Size”yi işitir gibi olacaksınız bazen; bazen de Atatürk’ün “Şark Bülbülü” adını verdiği Celal Güzelses’in usta yorumları yankılanacak kulaklarınızda…
Evliya Çelebi’nin “Seyahatnâme”sinde “içinde öyle ruhaniyet var ki bir kimse iki rekât namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder” dediği Ulu Cami’nin avlusunda huzuru, sükûneti yaşayacaksınız… Bilin ki avludaki El-Cezeri’nin güneş saati 8 asırdır olduğu gibi bugün de doğru zamanı gösteriyor.
Başka dinlere, başka din mensuplarına hoşgörü burada doruğa ulaşıyor sanki. Duvarlar, Latinceden kûfî yazılara kadar hemen her dönemden kalma duyurular, dualarla dolu. Hıristiyanlıktan önce de bir tapınak olduğu bilenen Ulu Cami, kenti Müslümanlar alana kadar kilise olarak hizmet veriyor, daha sonra camiye dönüştürülüyor. Bir de yangın geçiren ve yeniden inşa edilen yapının Batı Kapı’sının üzerindeki üzüm figürleri, bazı sütunlarındaki Latince yazılar ve ana giriş kapısının üzerindeki hayvan kabartmaları korunmuş.
Ulu Cami’de bir zamanlar hem Şafiler, hem Hanefiler için ayrı namaz bölümleri olduğu söyleniyor, hatta ayrı müftüleri varmış. Yine rivayet olunuyor ki kilise olmadan önce paganların da ibadet alanıymış…
“Mardin kapı şen olur”
Mardin Kapı (Tell Kapısı), kentin belli başlı dört ana kapısından birisi (diğerleri Dağ Kapısı / Harput Kapısı), Urfa Kapısı / Rum veya Halep Kapısı ve Yeni Kapı / Satt veya Dicle Kapısı). Oradan aşağıya, ovaya doğru bakarken şu türküyü mırıldanmamak mümkün mü?
Mardin kapı şen olur / Dibi değirmen olur / Buralarda yar seven / Mutlaka verem olur.
Keçi Burcu da orada; ötesi, antik dönemden beri meyve ve sebze yetiştirilen Hevsel Bahçeleri, hâlâ yemyeşil… Az ileride Gazi Paşa’nın köşkü…
Bir türkü gibi geçti bir kez daha yaşamımdan Diyarbakır, yine unutulmayacak anılar bıraktı. İşte kadim kentte geçen 36 saatimin hikâyesi…