Şirketler çalışanı mutlu etmek zorunda mı?

Nasıl Bir İK programımızın bu haftaki konuğu Başarı Uzmanı ve Yazar Mümin Sekman. Mümin Bey ile çalışan mutluluğu hakkında konuştuk.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME
Şirketler çalışanı mutlu etmek zorunda mı?

Ayşe Nazmiye UÇA / Datassist Bordro Servisi Yönetim Kurulu Başkanı

Öncelikle şuradan başlamak istiyorum, Ya Bir Yol Bul, Ya Bir Yol Aç Ya Da Yoldan Çekil adlı kitabınızı Hukuk Fakültesini bitirir bitirmez 21 yaşında size yazdıran ne oldu?

İkinci sınıftayken kantinde kafama bir fikir takıldı. Üniversite sınavını kazanmasını beklediğimiz ama kazanamayanlar olduğu gibi, beklemediğimiz şekilde kazanan arkadaşlar olurdu. “Zekâ mı çaba mı?” diye tartışıyorduk. Aklıma bir fikir düştü. Birileri gidip sıfırdan zirveye gelen, hem başarılı olan hem de başarılı kalabilen insanları incelese, nasıl başarılı olduklarını öğrenip sonra da başkalarına öğretse diye düşündüm. Baktım yapan yok, bu işi ben yapayım diye düşündüm.

Siz bu yolu seçerken korkmadınız mı?

O kadar odaklanmıştım ki, gözüm hiçbir şey görmüyordu. Bu alanda bir ihtiyaç vardı ve o işi ben yapmak istiyordum. Bana sık sık ‘4 yıl boyunca hukuk fakültesini okudun, bedelini ödedin, tam ödüle ulaşacakken her şeyi bırakıp gidiyorsun, bu yaptığın delilik, hiç akıllıca bir şey değil’ diyorlardı. Beni oradan sabote etmeye çalışıyorlardı.

“BİRİNİN MUTLULUĞUNU TAAHHÜT ETTİĞİNİZDE BUNUN UCU BUCAĞI YOK”

Patronların, çalışanları bu kadar çok mutlu etmeye çalışması doğru bir yaklaşım mı?

Bir insanın mutluluğunu taahhüt ettiğinizde bunun ucu bucağı yok. Bu beklentiyi patronlara veya iş dünyasına yıktığınız zaman bunun ilişkilere çok ciddi bir yük getirdiğini, karşılanamaz beklentiler yarattığını görüyoruz. Hatta bu beklenti karşılanamadığı için öfkelenmeye neden oluyor ve amacın aksine mutsuzluk yarattığını görüyoruz. Burada makul beklentileri karşılamak ve üretken bir çalışma ortamı oluşturmak gerektiğini tartışmıyoruz. Genel bir memnuniyet sağlayabilirsiniz ama “mutluluk” dediğiniz zaman akla gelen beklentileri karşılamak çok zor. İnsanların şunu ciddi bir şekilde kendine sormasını istiyorum; mesai saatsiz bir dünya mümkün mü? Veya herkesin sevdiği işi yapması mümkün olabilir mi? Bunlar baktığınız zaman güzel düşünceler oluyor ama hayata baktığınızda ezici bir çoğunluk sevdiği ve seçtiği işi yapmıyor. Daha kötüsü de bir GALLUP anketinde çoğu insan “eğer seçme şansları olsaydı” zaten çalışmayacağını söylüyor. Bir insanın sevdiği işi yapması için önce iş yapmayı seviyor olması gerekiyor. İnsanlar iş yapmayı sevmiyorsa, çalışmak için gönüllü nedenleri yoksa, bu mantıkla nereye varacağız.

“NASIL DAHA VERİMLİ ÇALIŞACAĞIMIZ YERİNE ‘NEDEN ÇALIŞIYORUM’ DİYE DÜŞÜNÜYORUZ”

Çalışmak kötü bir şey mi?

Sıkı çalışmayı küçümseyen bir trend var. Çalışmayı sistemin dayatması olarak görüyorlar. 300 yıl önce kapitalizm yoktu ama insanlar yine de çalışıyordu. Çalışmanın kötü olduğuna inandıkça işleri sırasında hissettikleri mutsuzluk daha da artıyor. Sonra dönüp tekrar işlerini suçluyorlar! Bakış açısından kaynaklanan problemlerin de işin kendisinden geldiğini düşünüyorlar. En temel sorudan başlamak gerekiyor. Ne için çalışıyoruz? Niye bizim bir mesleğimiz, işimiz var? diye düşünmek gerekiyor. Toplumsal iş bölümü diye bir şey var. Sen tatil yaparken başka biri çalışıyor. Biz toplumsal bir iş bölümü yaptık, herkesin kendi üzerine düşen görevi yapması gerek. Bunu sorgulamasını gerektirecek bir durum da yok. Neden başkası için çalışıyorumun cevabı şu: Çünkü onlar da senin için çalışıyor. Genel olarak düşündüğümüzde bizim için çalışılıyor ve biz de bundan dolayı çalışmalıyız. Nasıl daha verimli, etkili çalışacağımızı düşünmemiz gerekirken “ben neden çalışıyorum” diye düşünüyoruz. Çalışmaya bakış açısı, medeniyetlerin bile yükseliş ve düşüşünü belirliyor. Başarıyı kişiselden kurumsala, kurumsaldan toplumsala, toplumsaldan medeniyet bazına getirirsek bunun cevabı çok net. Medeniyetlerin yükseliş ve düşüşlerine bakarsanız bir dönem Budist-Brahman medeniyeti Çin önderliğinde altın çağını yaşıyordu. Daha sonra İslam medeniyeti çevresini domine etmeye başladı, sonra Batı medeniyeti yükselişe geçti. Şimdi ise batı medeniyeti düşüş bandında. İngiltere, İtalya, Yunanistan'ı düşünün, başarılı dedenin başarısız torunları onlar. Hala dedelerinin topladıkları ile ilerliyorlar. Önümüzdeki 500 yıl dünyayı yönetecek insanlar Budist-Brahman medeniyeti. Çin, Hindistan, Japonya gibi... Onlar müthiş çalışıyorlar. Amerika’da olup beyaz Protestanlardan daha fazla okul ve iş başarısı gösteren tek grup Budist-Brahmanlar, yani uzak doğulular. Osmanlı’nın son 200 yılı savaşla geçti ve bize o kadar büyük bir miras kalmadı. Bizim daha çok çalışmamız gerekiyor. Çalışmayı sevmemiz yetmiyor, verimli çalışmamız gerekiyor.

Başarı ile ilgili kitaplar yazan biri olarak Türk gencine ne söylemek istiyorsunuz?

Üç boyutlu başarı planı yapın. Severek yaptığınız işleri listeleyin. Yetenekli olduğunuz işleri listeleyin. Aynı zamanda dünyanın ihtiyacına bakın. İstek, yetenek ve talep üçlüsünün kesiştiği yeri bulursanız, hayat boyu mutluluğu da başarıyı da yararlılığı da karşılamış olursunuz.

İnsanlar eğitimden neden bu kadar kaçıyor?

Ben de merak ediyorum. Türkiye’de ilköğretim zorunlu olmasaydı kaç kişi okuma yazma bilirdi? Sürekli öğrenmek zorunda olduğumuz yeni bir dünya var. Öğrenme, eskiden olduğu gibi okulda bırakılacak bir şey değil. Hayat boyu öğrenme en önemli joker beceridir. Hayat bunları yapmayanları zorluyor, diskalifiye ediyor. Şu an hangi ailenin veya hangi milletin çocuğu olduğunuz önemli değil, ne kadar hızlı öğrendiğiniz hayat kalitenizi belirler. Yapay zekâ, suyun yavaşça yükselmesi gibi geliyor. Bizim de daha iyi becerilere sahip olmamız gerekiyor ki işimizi elimizden alamasın. Yoksa ya gelişeceksin ya da suyun altında kalacaksın. Bir alan seçin ve sürekli öğrenin. Çalışma etiğiniz, mücadele ahlakınız güçlü olsun. İşinizi başkası görmese de övmese de iyi yapın. İrade gücünüzle, otokontrol ile öz mobilizasyonunuzla işlerinizi takip edin, başarının temelleri bunlardır. Ben iş hayatına şöyle bakıyorum; iyi patronlar, vasat patronlar, kötü patronlar vardır. İyi çalışanlar, vasat çalışanlar, kötü çalışanlar vardır. Kimin kime denk geleceği bütün meseleyi belirliyor. Tabi en fazla şikâyet eden grup kötü çalışan ve kötü patron kombinasyonudur ama iyi çalışan iyi patrona denk geldiği zaman ait olduğu yeri buluyor ve birbirinin değerini biliyorlar. Bu bilgiyi aklında tutmak, çalışmaktan soğutanların manipülasyonunu engelliyor.

"SORUMLULUKLA YAPILAN İŞLER HAFİFLER, ZORUNLULUKLA YAPILAN İŞ AĞIR GELİR"

09.00 – 17.00 çalışmanın bu kadar kötülenmesi doğru mu?

İnsan istemeden çalışınca, görevin kendi doğal zorluğunun ötesine işe bir de psikolojik bir zorluk ekleniyor. Sorumluluk duygusu ile yaptığın iş hafifl er, zorunluluk duygusu ile yaptığınız iş ise iki katı ağır gelir. Temel mesele şu ki, mesai saatleri olmayan bir hayat mümkün mü? Teknik olarak öyle bir şey mümkün değil. Bunu yapamayacaksanız o zaman neden hala sürekli bunu düşünüyorsunuz? Amerika’da bir akım var. Kişiler solo girişimci olacak ve dışarıdan iş dünyasına servis verecek, ama bunun bir sıkıntısı da var. Bu şekilde çalışma, yazılım ve tasarım gibi bölünebilir işler için geçerli. Yüz yüzelik ve senkronizasyon gereken işlerde çalışmıyor. Ayrıca bu sistemde çalışan insanlarla konuştuğunuzda “biz özgür olalım, mutlu olalım diye mesai saatinden kaçtık ama şimdi kendi kendime patronluk yapmak iç savaşıma dönüştü, kendi içimde disipline olamıyorum’ diye yakınıyorlar. Her vazgeçtiğiniz şey, size başka bir sorumluluk yüklüyor. Evden çalışabilirsin ama sen evde çalışacak öz disipline sahip misin? Ve iç savaşın başlıyor. Bu sefer kendi kendine patronluk yapmak zorundasın; özgürlüğün gerektirdiği disiplini, öz takibi, otokontrolü sağlayabilecek misin? Bundan dolayı çok fazla iç krizler yaşayan insanlar var.

Nasıl Bir İK