Şipşak inovasyon yoktur
ABD'li mühendis Douglas Engelbart, beyaz yaka işçilerin işlerini yapmak için bilgisayarlarla etkileşim kurabileceğine inanıyordu.
Ela EROZAN GÜRSEL - Datassist Bordro Servisi/İnovasyon Araştırmacısı
1968 yılının sonunda, Amerika Savunma Bakanlığı bugünün teknoloji inovasyonlarının temelini oluşturacak bir araştırma projesini finanse eder. Projenin amacı, insan zekasını güçlendirmektir. Projenin başına bir komutan değil, Douglas Engelbart adında yumuşak başlı bir mühendis atanmıştır. O zamanlar bilgisayar çoğu okumuş insan için bile duyulmamış bir kavramdır, ancak bu devasa hesaplama makinelerini gören ve karmaşık matematik dilinden anlayan çok az sayıda mühendis mevcuttur.
Oysa, Engelbart taa o zaman beyaz yaka işçilerin işlerini yapmak için bilgisayarlarla etkileşim kurabileceğine inanmaktaydı. Hem de bu etkileşimi pratiğe döker: kendi bilgisayar klavyesine yazdıklarının ekranında görünmesini sağlar, fare denilen cihazla ekranda gezinerek grafikler ve sesler ekleyebilir. Bu o dönem için bir sihir niteliğindedir. Bütün bu sihirli bilgisayar hünerlerini daha sonra ‘tüm demoların anası’ diye anılacak bir sunumla çevresindeki mühendis arkadaşlarıyla paylaşmıştır. Sunumu dinleyenler arasında olan Bob Taylor ve Alan Kay, Engelbart’ın çalışmalarını ilerleterek, Xerox’un ünlü Palo Alto Araştırma Merkezi’nde ilk kişisel bilgisayar olan Alto’yu geliştirecektir.
Engelbart bilgisayar inovasyonunun ne ilk inovatörüydü ne de son olacaktı. Kendisinin kişisel bilgisayarda demosuyla gösterdiği yetileri Vannevar Bush’un ‘Düşünebileceğimiz Gibi’ adlı ünlü makalesi üzerine çalışarak geliştirmişti. Modern bilgisayarları mümkün kılan, kendi adını taşıyan mimariyi icat eden ise, John von Neumann’dı. Oysa, Neumann’ın icadı, Alan Turing’ın evrensel bilgisayar kavramına dayanmaktaydı. Dijital devrime imkan veren mikroçip mucitleri Robert Noyce ve Jack Kilby’nin o güne kadar oluşan bilgileri kullanarak bilgisayarların bugüne evrilmesine katkı sağladı. Peki ya, şirketlerin bilgisayarları verimli kullanmasını sağlayan programlarıyla Bill Gates, ya da bu yüzyılın en büyük inovatörü olarak anılan ve kişisel bilgisayarı her birinizin doğal bir uzantısı ve yaşayış tarzının parçası olarak ticarileştiren Steve Jobs?
Engelbart, Taylor, Kay, Bush, Neumann, Turing, Noyce, Kilby, Gates, Jobs? Kim inovatör? Hangisi inovasyon?
Hepsi teknoloji inovasyonunun parçası. Bilgisayara her biri farklı noktalardan yaklaşmış, bilgisayarın çözeceği farklı problemlere çözüm geliştirmeye çalışmışlar. Kimi yazılıma ve profesyonel kullanıma, kimi kişisel yaygın kullanıma, kimi donanıma para, zaman, bilgi yatırımı yapmış.
Efsaneleşmiş Eureka anlarının aksine, hiçbir inovatör aklına aniden gelen bir fikirle sıfırdan inovasyon yapmaz. Bir şeye takıp onun üzerine yıllarca uğraşır. Var olanı daha iyi, daha yaygın, daha kullanışlı, daha farklı alanlarda kullanılacak şekilde değiştirir, geliştirir, inovasyon dönüşümünün bir parçası olur. Bu dönüşüm için herkes farklı alanlarda teknik bilgi birikimlerini, deneyimlerini, deneylerini ve zamanlarını birleştirirler. Geliştirme sürecine farklı açılardan katkı sağlar, ivme verirler.
Rastlantı inovasyon hikayesinin sadece ufak bir parçasıdır
Rastlantının bazen hataların büyük buluşlara dönüştüğü efsanesi de inovasyon mitlerinden kabul edilir. Parlak zekâsı ve dalgınlığıma bilinen Alexander Fleming’in penisilini keşfetme hikayesi işte böyle basite indirgenir. 1928 yazında tatilden dönen Fleming, laboratuvarında yetiştirdiği bakteri kültürlerine gizemli bir mantarın bulaştığını ve koloniler kurarak çoğaldığını ve onca zaman emek verdiği bakterilere zarar verdiğini görür. Mantarlardan kurtulup yeniden bakteri üretmeye başlayacağına, dikkatini mantarlara çevirir. Önce mantarın daha doğrusu küfün penicillium rubrum olduğunu tespit eder ve salgıladığı maddeye penisilin adını verir. Daha sonra bu maddeyi başka bakterilere karşı test eder ve yeni antibiyotik alanını yaratmış olur. Oysa bu popüler hikâyenin aslı bu kadar basit olmamıştır. Fleming laboratuvardaki buluşlarını bir bilimsel dergide yayınlamış ancak bulguları 10 yıl kadar kimsenin dikkatini çekmemiştir. 1939 yılına gelindiğinde, Oxford’daki William Dunn Patoloji Okulunun başındaki Howard Florey ve biyokimyacı Ernst Chain’in kurduğu bir araştırma ekibi Fleming’in makalesinin önemini anlamış ve laboratuvar aletlerinden yeni cihazlar yaratmada üstün yeteneği sahip Norman Heathley ile güçlerini birleştirmiştir.
Penisilinin insanları tedavi eder hale gelebilmesi için bu üç adamın dehalarının bir araya gelmesi gerekmiştir. Fleming’in mantarı tarafından salgılanan küf suyu laboratuvardaki bakterileri öldürebilirken, hastaların tedavisinde tamamen etkisizdir. Flamingo, penisilini sabit bir halde yalıtmanın, arıtmanın ve saklamanın yolunu bilmiyordu. Chain klinik ortamda üretilebilen istikrarlı bir penisilin türü üretmeyi başardı. Heatley ise, laboratuvar aletlerini bir araya getirerek bir fermantasyon aleti üretti. Ardından ekip bu yeni penisilini fareler üzerinde deneyip başarılı oldu ve kısa süre sonra insan denekler üzerinde test etmeye başladı. Ellerindeki stokların yetersizliğinden ilk insan üstünde denemeleri başarılı olmadı, yetersiz kaldı. Yüksek miktarda üretime geçmek için 2. Dünya Savaşı’nın ortasında Amerika’daki Rockefeller Vakfı’ndan finansal destek gördüler. Penisilin üretimini arttırmak için iki büyük keşif daha yaptılar: biri, mısır maserasyon sıvısıyla fermante edildiğinde üretilen penisilin miktarının büyük ölçüde artmasıydı ve de iki, Penicillium chrysogenum adındaki penisilin türünün Fleming’in ilk penisilin türünden daha etkili olduğuydu. Daha geniş endüstriyel çapta üretimlere geçilmesi ancak Savaş Üretim Kurulu’nun 21 şirketi penisilin üretimiyle görevlendirmesiyle mümkün oldu ve binlerce kişinin savaş sırasında hayatı kurtarıldı. Penisilinin kamuoyuna ulaşması ise, savaşın bitmesinin ardından Fleming’in ilk keşfinden yaklaşık 20 yıl sonra gerçekleşti.
İnovasyonların bir fikirden çıkıp hızla hayata geçtiğine inanırız. Oysa, inovasyonlar fikrin keşfini takiben çözümün geliştirilmesi ve sektörün dönüştürülmesinden oluşan bazen aynı zamanlı bazen seri halinde gerçekleşen bir dizi sürecin ve de yılların sonucunda ortaya çıkarlar. Bunu tek bir kişi veya kuruma yüklemek inovasyonun kompleksliğini algılamaya çalışmayıp basite indirgemek olur.