“Zihniyetlerimizi sorgularsak” gelişmeye değer katarız
Zihniyet konusu akademik çevrelerin de ilgisi dışında değildir; ama günlük dilde zihniyetle sözcüğü değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Bu yazının amacı, zihniyet kavramının, ağırlıklı solar olumsuz vurgusundan yola çıkarak, ülkemizde “zihniyet değiştirmesi ihtiyacı var” önermesinden ne anlaşılması gerektiğini tartışmaktır.
Zihniyet, toplumların yaşamı derinden etkileyen bir ortak algı, düşünce ve davranış biçimidir. Zihniyet değiştirme her zaman toplumsal tartışma gündeminde yerini alır, ama büyük dönüşüm dönemlerin yaşandığı dönemlerin gündeminde daha üst sıralara yükselir.
Zihniyet ve kültür birbirine yakın gibi duran, günlük kullanımda biri yerine diğeri koyabildiğimiz iki kavram olmasına rağmen, zihniyet ve kültür aynı şey değildir. Zihniyet ve kültür arasındaki farklılıkları bilirsek, insan davranışlarını nasıl etkilediklerini de daha iyi kavrayabiliriz.
Zihniyet tarihi çalışmalarının ayırt edici özelliği, hareketsiz, belirsiz, bilinç dışı ögelere verdiği önemdir; süregiden eski gelenekler, geçerliliği olmayan sözler, terimler, duygusal ve mantık dışı şeyleri içermesidir. Zihniyet tarihi çalışmaları, kendini özgü özelliklere sahiptir; bu özellikler onu fikir ve kültür tarihinden ayırır(1) .
Zihniyet tarihi
Tarihe yaygın biçimde bize öğretildiği gibi “olaylar zinciri” olarak bakmak yerine, onu tutumlar, davranışlar ve bilinçdışı temsiller tarihi; başka bir anlatımla “zihniyet tarihi” olarak algılamalıyız(2)
Zihniyet tarihi, “entelektüel olmayan düşünce tarihidir” (3); geleneksel düşünce tarihinin aksine büyük düşüncelerin gelişmesiyle ilgilenmez; ideolojileri kapsar, ama ideolojiler gibi de değildir.
İdeolojiler düşüncelerden daha sistematiktir, geniş kitleler tarafından benimsendikleri halde, evrensel ölçekte etkili olamamışlardır; karşıt akımlarla dengelenmiştir.
Zihniyet tarihi incelemeleri, genel tarih ve kültür tarihinden bir başka yönüyle de farklıdır; olaylarla değil, kavramlar ve psikolojiler üzerine odaklanır; bu özellikleri nedeniyle, zihniyet tarihi incelemelerine “dünya görüşleri tarihi” de denir.
Dünya görüşümüz, bizim iyi, kökü, doğru, yanlış, yararlı, yararsız, olumlu, olumsuz gibi değerlendirmelerimizin sınırlarını belirler.
Bireylerin, toplulukların, toplumların, kuruluşların ve kurumların dünya görüşlerini anlamadan, onların davranışlarına ilişkin sağlıklı öngörüler üretemeyiz; etkili önlemler alamayız.
Birikimlerimizi korumanın, geliştirmenin ve uzun dönemli geleceği güven altına almanın araçlarından biri de “zamanın ruhunu anlamak için zihniyet tarihi incelemelerinden de yararlanmaktır”. Zamanın ruhunu belirleyen altı bileşen vardır(4) : Küresel olayların etkileşimi, hükümet kararlarının ve uygulamaların ağırlığı, işgücü alanındaki gelişmelerin yönlendiriciliği, nüfus hareketlerinin etkileri, toplumsal geleneklerin caydırıcılığı ya da özendiriciliği, teknolojik görünüm. Kültür, zihniyeti de içeren daha kapsayıcı bir kavramdır. Kültürün unsurları ve değerlerini analiz eden çalışmalarda da belirtildiği gibi, geleneksel toplumlarda kültürün ağırlıklı bölümünü inanç sistemleri belirler; inanç sistemi de toplumsal geleneklerin oluşumunda önemli rol oynar. Toplumsal gelişmede, geleneklerin özendirici, engelleyici ve caydırıcı yönlerini iyi gözlemek gerekir.
Zihniyet nedir?
Günlük yaşamda çok sık kullanılan “zihniyet nedir?”
Zihniyet bir dönemde yaşayan insanların çoğunluğunun sorgusuz, tartışmasız, ne olduklarını kavramadan paylaştıkları inançların belirlediği, tutum ve davranışlarını(5) yönlendiren değerler sistemidir. Belirtilen özellikleri nedeniyle zihniyet, kolektif bir olgudur; toplumsal mücadelenin getirdiği değişmelerin etkisi altındaymış gibi görünse de, toplumsal mücadelenin merkezinde yerini alır; zihniyeti, toplumsal yapı ve işleyiş dinamiklerinin dışındaymış gibi düşünmek, bizleri yanıltıcı sonuçlara götürebilir.
İnsanların toplu olarak yaşamaya başlamalarından bugünlere ulaşan, bir kuşaktan diğerine aktarılan, karşılaştığımız olay ya da olguları kavrayışımızın sınırlarını çizen, tutum ve davranışlarımızı yönlendiren zihniyetler toplumsal düzeni de, maddi ve kültürel zenginlik üretimini de etkileyebilir.
İnsan kitleleri “inandırıcılık” dediğimiz olgunun etkisi altındadır. İnanç sistemleri ve ideolojilerin “kesinlik inancı” yaratmaya odaklanmalarının arka planında, “inançtan düşünceye geçememiş” olanlara yarattığı “konfor” vardır. Kesinlik inancı, karşılaştığımız sorunun nedenini, nasılını, niçin ini arama yerine, “öğretilmiş doğruya sığınma” kolaycılığı ve konforu yaratmaya elverişlidir. Bu süreç, sadece insansan zihninde oluşan soyut bir işlem de değildir; kurumlara ve kurumların işleyişiyle de etkileşimdedir. Toplumu kucaklayan ya da ayrıştıran algı, anlayış ve davranışlar ona göre biçimlenebilir(6).
Toplumlar, kendi “yerleşik doğrularını” küçük yaşlarda çocuklarının zihinlerine yerleştirir. Çocuklara erkek, kadın, genç, yaşlı ayırımları kadar, etnik köken ayırımları da öğretilir. Öğretilme süreci kalıplaşmış düşüncelerden yararlanır; bu yöntem, zihniyet oluşumunun önemli bir bileşeni haline gelebilir.
Zihniyet aklı kuşatabilir; onu tutsak edebilir; aklı bir başkasına emanet etmenin kapılarını açabilir; sorgulayıcı aklı dışlayabilir.
Uzmanlık çalışmaları göstermektedir ki, birkaç çarpıcı sözün, bir reklam spotunun uyarıcılığı insan davranışlarını etkileyebiliyor.
İnsanların etkilenme düzeylerini önyargıları, kalıp düşünceleri, yerleşik doğruları, kör inançları belirliyor, ama etkilendiğimiz, tutum ve davranışlarımıza yansıttığımız zihniyet bileşenlerinin insanların yararına olup olmadıkları tartışmalıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, kalıplaşmış değerlerin hepsi birey tarafından her zaman açığa vurulmaz. Kimi zaman birey zihniyetinin derinlerinde kalan değerlerin yakalanması, onun davranışlarını etkileme açısından büyük önem taşır. Bugün veri üretiminde ulaşılan düzey, çok büyük sayıda insanın, çok değişik alanda davranışını ölçmeye, kaydetmeye, tasnif etmeye ve değerlendirmeye fırsat kapıları açıyor. Büyük teknoloji şirketlerinin erişebildiği veriler, toplumların zihniyet araştırmalarını kolaylaştırıyor; verileri elinde bulunduranların, sadece alış-veriş kalıpları ile ticari yönlendirmenin dışında, içerde ayrışma yaratmanın aracı olarak da kullanılabilen malzemelere dönüştürülebiliyor. Toplumların yerleşik zihniyetlerinin dış güçlere açık olması, kullanılmasının olası etkilerini de farklılaştırıyor; asıl gücü yaratan iş koşulların bu açıdan da bütünsel analizlerinin sürekli yapılması ihtiyacı artıyor.
Kalıp düşüncenin etkileri
Kalıplaşmış değer yargıları, insanların birbiriyle olan iletişim ve etkileşiminin sonucu olan “sosyal mesafe ayarlarını” de etkiliyor. Kendimize biçtiğimiz değerlerle tanımladığımız “kimliklerimizi ”ve “aidiyetlerimizi” içe ve dışa karşı bağlantılarımızı, “iletişim-etkileşim biçimlerini” daha da önemlisi “ işbirliklerimizin” yönünü ve hızını da belirleyebiliyor.
Kalıplaşmış değer yargılarımız, insanları “kim olduklarına değil ne yaptıklarına bakın” diyen temel ilkeyi gözden ırak tuttuğu için, toplumsal örgütlenmede “işi ehline yaptırma” yerine, paydaş, yandaş, eş, dost, akraba, parti üyeliği gibi nesnel olmayan tercihleri de besleyemiyor. Ehil olmayanlar da toplumun insan kaynağını, yeraltı ve yer üstü zenginliklerini, fiziki sermaye stokunu, bilimsel ve teknik birikimlerini gerektiği gibi değerlendiremiyor; toplumsal gelişme ve refahın artırılması aksayabiliyor.
Kalıplaşmış değerler, “inançları sorgulayan düşüncenin önüne koyduğu” için hak edenin yerini, hak etmeyenin almasının kanallarını oluşturuyor. Bir başka boyutu, kalıp düşünceler “kendimizi sorgulama özgüveninden” uzaklaştırıcı etkileri nedeniyle “ yaratıcı yüzleşmeyi” de önleyebiliyor.
Söylenmesi gereken bir başka sonuç da, ağırlıklı olarak olumsuz yönlerini vurguladığımız zihniyet yapılanması, toplumun inançtan düşünceye, kulluktan yurttaşlığa, taklitten yaratıcılığa, topluluk örgütlenmesinden toplum örgütlenmesine geçişini yavaşlatabiliyor.
İdeolojiler
Zihniyet tarihinin ideolojileri kapsadığına göre, büyük ideolojilerin(7) egemenliğinde yaşamış olmanın deneyimlerinden de yararlanılabilir. Emperyalizm, komünizm, faşizm, nasyonalizm, raşizm ve daha başkaları gibi ideolojilerin etkilerinden tümüyle arınabilmiş değiliz. İdeolojiler bir düşünce aracı olmaktan çıkarak, bir inanç haline dönüşünce, modele göre gerçeklik arayışı yerine, her şeyi çözecek kalıp düşünceleri öne çıkarabiliyor.
Sovyetler Birliği’nin önde gelen muhaliflerinden biri(8) sistemin çöküşünden sonra yaptığı değerlendirmede, ideolojilerin beslediği zihniyetin “kendi bütünlüğü içinde bir din” gibi algılandığını anlatıyor. Bir kez kabullenip benimsendiğinde yaşamı derinden etkileyebiliyor, her türlü soruna, soruya hazır çözümler üretebiliyor, özellikle de tembel ve aylaklar için “çekici alan” yaratabiliyor; sığınacak bir “yuvaya” dönüşebiliyor. İdeolojiler, cevapsız kalan bütün sorulara yanıt verebilme, sırları, kaygıları, yalnızlık duygularını ortadan kaldırabilme, cevap verilmemiş soru bırakma iddiasıyla “hayata anlam kattığını” ileri sürebiliyor.
İletişim alanında küresel ölçekte rasyonel otorite olan Castel(9) , “ Öyle bir topluma doğru gidiyoruz ki, insanlar tehlikeler içinde yaşayama alışmak durumundadırlar. Yine de esas ihtiyaç duydukları şey bir avuç istikrarlı değer. Sadece az sayıdaki değer… Fazlası sorun yaratıyor. Köktenci akımların çekim gücü de buradan kaynaklanıyor” diyor.
Günümüzde bilim ve teknolojinin yarattığı yeni değişim ve dönüşümler, bütün değerlerde çözülmeye yol açıyor; karşılıklı çıkar dengelerini altüst ediyor. Değişim ve dönüşümlere uyum göstererek uzun dönemli geleceği güven altına almak için “zihni model varsayımlarını sürekli sorgulamak” gerekiyor. Toplumun az sayıda değere sığınması, aynı zamanda “cehalet konforunun” tuzaklarına yakalanması anlamına da gelebiliyor. Toplumun bir avuç değer ihtiyacı ile değişim ve dönüşümlerin yarattığı çoklu ve entegre sorgulama ihtiyacı arasında denge kurmak, yüzyılımızın temel sorunlarından bir olarak gündemimizdeki önemli yerini koruyor.
Gerçeğin tek sahibi
Zihniyet bireylerde, topluluklarda ve toplumda “gerçeğin tek sahibi” olma gibi aşırı değerlenmiş inançların bulaşıcı etkilerinden yararlanabiliyor. Tarih bize sayısız örnekleriyle kanıtlamıştır ki, makamı ve mevki, toplumsal konumu ne olursa olsun “kendi yanılmazlığına inanan insandan daha tehlikeli” şey yoktur.
Zihniyetin yarattığı “olumsuzluklar” hakkında daha çok şey söylenebilir. Söylemde dengeyi kaçırmak için kendimize bir soru yöneltmeliyiz: “ Zihniyet bu kadar olumsuz etkiliyorsa, neden toplumların değerler sisteminde etkili ve kalıcı olabiliyor?”
İnsanlık yaşamında bütün olay ve olguların “olumsuzları” olduğu gibi “olumlu” yönleri de vardır. Önemli olan, diğerleri gibi, zihniyetin de olumsuzluklarını azaltan, olumluluklarını en üst düzeyde değerlendiren anlayışı “eğitme ve yönetme tarzımızın” merkezine yerleştirebilmedir.
Cumhuriyet tarihimizin ikinci yüz yılında, hangi zihniyet ögelerinin toplumun gelişmesini engellediğini, hangilerinden maddi ve kültürel zenginliklerimizi artırabilmek için yararlanabileceğimizi özgür ortam ve iklimler yaratarak sorgulamalıyız.
Kaynaklar:
(1) Carlo Ginzburg, Peynir ve Kurtları, Çev. Ayşe Gür, Metis Yayınları, İstanbul 1997, s.165-196
(2) N.Cameron,Paranoit Koşullar ve Paranoya, American Handbook of Pyshiatry, 1997.
(3) A. Shapiro, “Amerikan başkanlarında ölüm ve hastalık üzerine notlar” Advances 8,Yaz:1992, s.63
(4) Nithin Nohria, “Dünya değiştikçe liderler de değişmeli” HBR/Türkiye, Temmuz 2022
(5) Doborah Best, “Basmakalıp düşünce ve insanları sınıflara ayırmak” New Scientist, Çev. Rita Uygan, CBT, S.:745, Haziran 6, 2001
(6) Murat Belge, “Düşüncede çeyrek devrim” Radikal, Ağustos 18, 2001
(7) Martin Wolf, “How trade can help to zthe World” FT, Octobor 3,2021
(8) Rüştü Bozkurt, “Vaclav Havel ve aklımızdan vazgeçme” Dünya, Kasım 3. 2001
(9) Manuel Castel,”Şebeke ve eseri” Kontent, XXI, Ocak-Şubat 2002