Yüksek gelir statüsüne ulaşmak Türkiye için erişilebilir bir hedef
Washington’da kısa süre önce tamamlanan Dünya Bankası-IMF Yıllık Toplantıları sonrasında, dünyanın finans alanındaki liderlerinden duyduklarımızı ve bunların Türkiye’yi ve Dünya Bankası’nın ülkede önümüzdeki aylarda ve yıllarda uygulayacağı programı nasıl etkileyebileceği ile ilgili görüşlerimizi sizlerle paylaşmak yerinde olacaktır. Üzerinde özellikle durmak istediğim, büyüme, kapsayıcılık ve sürdürülebilirlik boyutları ile ilgili üç ana mesaj bulunmaktadır.
İlk olarak, küresel ekonomi hızla yükselen enflasyon, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve ekonomik faaliyetteki küresel yavaşlama dahil olmak üzere çok sayıda zorluktan kaynaklı güçlü ters rüzgarlar ile karşı karşıyadır. Türkiye de bu güçlerden etkilenmektedir. 2021 yılında yüzde 11,4 oranında büyüyen Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 4,7 ve 2023 yılında yüzde 2,7 oranında büyümesi beklenmektedir. Ağustos ayında yüzde 80’i aşan yıllık enflasyon oranı (önümüzdeki yıl düşmesi beklense de) ile birlikte yavaşlayan ekonomik büyüme ve Türk Lirası’ndaki önemli değer kaybı (son 12 aylık dönemde neredeyse yarı yarıya değer kaybetti), sıkılaşan bir küresel likidite ortamında dış finansman risklerini ve finansal istikrar risklerini ağırlaştırmaktadır.
Türkiye bu riskleri azaltmak için neler yapabilir? Her ne kadar belirgin olsa da vurgulanmak zorunda olduğum bir husus, yurt içi makroekonomik koşullarda yaşanabilecek bir kötüleşmeyi önlemek amacıyla finansal sektörün sağlığını korumak ve mevcut dış koşullara uyum sağlayabilmek için basiretli iç politikalar benimseme ihtiyacıdır. Orta vadede, üretkenliği arttırma yönündeki çabaları desteklemek de önemli olacaktır. 2010’lu yıllarda kaydedilen ortalama büyüme yıllık olarak yüzde 5,78 gibi yüksek bir seviyede gerçekleşti, ancak bu büyük ölçüde dış tasarruflar ile finanse edildi. Küresel risklerin arttığı ve sermaye akışlarının çok az bir uyarı ile tersine dönebileceği mevcut bağlamda, üretkenlik artışının sürüklediği bir modele geçmek olumlu karşılanacaktır. Bunun için iç rekabeti arttırılmak ve üretim sektörünü daha cazip ve verimli hale getirecek şekilde bürokrasiyi azaltmak gerekecektir. Uzun vadede ise, Türkiye’deki çalışanların daha yüksek ücretli yüksek katma değerli bilgi sektörlerine katılabilmeleri için, geçmiş on yıllık dönemde eğitim sektörünün kalitesini ve kapsama oranını arttırmaya yönelik çabaları devam ettirerek insan sermayesini geliştirmek kritik önem taşıyacaktır.
İkinci olarak, kapsayıcılık gündemini ön plana çıkarmamız gerekmektedir. Pandemi süreci ve mevcut küresel enflasyonist baskılar (özellikle ve gıda ve enerji fiyatlarında) dünya genelinde gelir eşitsizliği üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Ampirik kanıtlar toplumun daha yoksul kesimlerinin bunlardan orantısız bir şekilde etkilendiğini göstermektedir. Örneğin, COVID kısıtlamaları neredeyse evrensel bir şekilde uygulanmasına rağmen, yüksek vasıflı çalışanlar uzaktan çalışmaya devam edebilmiş ve istikrarlı bir şekilde gelir akışlarını koruyabilmişlerdir.
Türkiye’de bu zorluğu ele almaya yönelik seçenekler arasında, üç farklı alanda yapılacak müdahaleler yer alabilir. Bu müdahalelerden biri, bazıları pandemi sırasında Türkiye’nin kırılgan durumdaki ailelerini desteklemek için başarılı bir şekilde uygulanan mevcut sosyal yardım programlarını güçlendirmeye ve genişletmeye devam etmektir. Gerçekten de, Türkiye pandemi sırasında acil durum sosyal yardım transferleri için yapılan harcamaları GSYH’nın yüzde 0,6’sı seviyesinden yüzde 1,36’sı seviyesine yükseltti. Ancak, hem ekonomideki kısa vadeli şokları hem de küreselleşme, demografik eğilimler ve teknolojik yenilikler dahil olmak üzere işgücü piyasasını değiştiren daha uzun vadeli eğilimleri ve iklim değişikliği etkileri ile iklim eylemini etkili bir şekilde ele almak amacıyla, sosyal yardım sistemlerini uyarlanabilir ve kapsayıcı hale getirmek için daha fazla şey yapılması gerekmektedir. İkinci bir müdahale alanı, işsizlik sigortası ve emekli maaşları gibi sosyal sigorta programlarının verimliliği, kapsamı ve sürdürülebilirliği üzerinde çalışmaktır. Üçüncü bir alan ise, işgücü piyasaları ile ilgilidir ve emek yoğun sektörlerdeki büyüme yoksulluğun ve eşitsizliğin azaltılması üzerinde daha büyük bir etki yarattığından dolayı bu sektörleri büyütme olanaklarının geliştirilmesi yönündeki çabaları kapsamaktadır.
Yıllık toplantılar sırasında oldukça fazla tartışılan bir konuya da değinmek istiyorum: iklim değişikliği. İklim değişikliği acil durumu, birbiri ardına yaşanan küresel ekonomi şoklarını daha da şiddetlendirmiş ve geçtiğimiz yıl aşırı kuraklığın, taşkınların, orman yangınlarının ve denizlerde yaşanan müsilaj vakalarının damgasını vurduğu Türkiye de dahil olmak üzere bütün dünyada duruma yeni bir karmaşıklık boyutu daha eklemiştir.
Dünya Bankası’nın kısa süre önce yayınladığı Türkiye Ülke İkim ve Kalkınma Raporu’nda da tartışıldığı gibi, bu zorluğun büyüklüğünü göz ardı etmek mümkün değildir. Raporda çeşitli eylemler için girişimde bulunulması çağrısında bulunulmaktadır: i) enerji politikalarının kömürden çıkışı ve yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişi sağlayacak şekilde yeniden uyarlanması; ii) ekonominin enerji bakımından daha verimli hale getirilmesi; iii) orman ve peyzajdan kaynaklı negatif emisyonların en üst seviyeye çıkarılması; iv) özellikle altyapı iyileştirmeleri ve su yönetimi oyluyla büyümenin daha dayanıklı hale getirilmesi ve v) bu uyarlamalar ile ilişkili sosyal aksaklıkların en aza indirilmesi ve insan merkezli bir enerji dönüşümünün sağlanması.
Bu yabana atılmayacak bir başarı olacaktır. Bu müdahalelerin çoğunun geniş çaplı, iddialı ve uygulaması zor müdahaleleri olduğunun farkındayım. Öte yandan bunlardan bazılarının kısa vadede olumsuz etkileri olabilir. Bununla birlikte, Dünya Bankası Türkiye Ülke Direktörü olarak görevime başlarken, önümüzde duran çok büyük fırsatlar sebebiyle ülkenin beklentileri konusunda iyimserim. Türkiye Doğu ile Batı arasında stratejik bir köprü konumundadır. İş süreçlerinin düşük maliyetli ülkelere kaydırmanın demode hale geldiği ve küresel değer zincirlerinin yakın ülkelere kaydığı bir dönemde, Türkiye uygun makroekonomik politikalar, cazip bir iş ortamı ve Türkiye’nin yüksek gelir statüsüne geçişini destekleyici insan sermayesi geliştirme çabaları ile birlikte coğrafi konumundan yararlanmak için iyi bir durumdadır. Bu da kapsayıcılığı daha fazla arttıracak programların finansmanına ve kalkınma kazanımlarının toplumdaki herkese ulaşmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca, Türkiye için önerilen iklim değişikliği azaltma ve uyum önlemlerinin çoğu, bir yandan yurt içi ekonomik kazanımlar sağlarken aynı zamanda küresel iklim değişikliği ile mücadele çabalarına katkıda bulunma anlamında kazan-kazan niteliğinde önlemlerdir.
Gerçekten iyimser olduğumu tekrar ifade ediyorum. Türkiye’nin bardağının yarısını dolu olarak görüyorum ve bardağın tamamını doldurmak için muhataplarımız ile birlikte çalışmayı sabırsızlıkla bekliyorum.