Yüksek büyüme-yüksek cari açık belası
İşsizliği bırakın azaltmayı, artırmayacak bir düzeyde büyüyebilmek için bile önemli miktarda cari işlemler açığı vermek zorunda olmak büyük bir bela. Piyasa ekonomisinin uygulandığı (uygulanmaya çalışıldığı) son kırk yılın büyüme, işsizlik ve cari işlemler hesabı verilerine bakınca bu çok tatsız gerçek hemen ortaya çıkıyor. Türkiye yüksek bir büyüme oranı tutturursa cari açığı çok artıyor. Potansiyelinde büyüse bile cari açık azımsanmayacak bir düzeyde oluyor. Ekonominin küçüldüğü dönemlerde ise ya cari fazla veriyor ya da bir önceki dönemde gerçekleşen yüksek cari açık şiddetli biçimde azalıyor.
Cari işlemler açığı demek, bu açığın finansmanı için yurtdışından borçlanmak demek. Ancak yurtdışından borçlanmak, bir anlamda finans merkezlerindeki gelişmelere bağımlı olmak anlamına geliyor. Şu ya da bu nedenle o çevrelerde risk alma iştahında bir azalma olursa borçlanma olanakları azalıyor; büyüme oranınız düşüyor. Risk alma iştahındaki azalma ülkenize bağlı nedenlerle ortaya çıkabilir ya da küresel krizde olduğu gibi başka ülkelerde yaşanan gelişmeler nedeniyle. Büyümek için cari açık vermek zorunda olan ülkeler –özellikle geçmişte çoğu Latin Amerika ülkesi için- söylenen bir deyim var. Risk alma iştahındaki azalmanın nedeninden bağımsız olarak, şu: “Finansal piyasaların merhametine muhtaç olmak.”
Bu çok sevimsiz ekonomik yapıdan çıkmak gerektiği açık. Peki, nasıl? Cari işlemler açığına iki farklı biçimde bakmak mümkün. Madalyonun iki ayrı yüzüne bakar gibi. İlk yüzde tasarruflar ile yatırımlar arasındaki fark var. Yurtiçi tasarruf düzeyiniz yetersizse, mevcut yatırım temponuzdan hoşnut olmasanız bile yurtdışından borçlanmak zorundasınız. Yani, başkalarının tasarrufunu çekmek durumundasınız ülkeye. İkinci yüzde ise elbette ihracat, turizm ve müteahhitlik gelirleri gibi yurtdışından elde edilen döviz gelirleri ile ithalat ve benzeri nedenlerle yurtdışına yaptığınız döviz harcamaları arasındaki fark var.
Bu kadar basit bir çerçevede bakınca, yukarıda belirtilen büyük beladan çıkmak için nelere odaklanılması gerektiği ortaya çıkıyor. Birincisi, uygulanacak politikaların tasarrufları azaltıcı yönde olmaması gerekiyor. Aksine yurtiçi tasarrufu artırmanın yolları aranmalı. Bu o kadar kolay değil. Bir tarafta özel emeklilik fonları olmalı –ki Türkiye önemli adımlar attı bu alanda- bir tarafta da tasarrufu cezalandırıcı bir politika olmamalı. Mesela ihracatı azaltmak ve ithalatı artırmak için uygulamayı seçtiğiniz politika tasarrufu cezalandırırsa, temel sorunu çözüm çabaları önemli bir yara alır. İkincisi, başkalarının parası ile finanse ettiğiniz yatırımlarınızı da mümkün olduğunca üretken alanlara yöneltmelisiniz. Üçüncüsü, ihracatı artırmanın sürdürülebilir ve en az olumsuz yan etkiye sahip olan yolu, verimliliği artırmaktan geçiyor. İşte işin en zor kısmı burada; hem siyaseten yapılabilirlik açısından hem de tasarım açısından. Mesela, verimsizliklerini kayıtdışında kalarak kapatabilen şirketlerin üzerine gidilebilecek mi? Bunların boşalttığı alanı verimli şirketler kullanıp büyüyebilecekler mi? Kayıtdışındaki istihdam büyüyen verimli şirketlere yöneltilebilecek mi? O işgücünün gerekli niteliklere sahip olmayan kısmının nitelik düzeyi nasıl yükseltilecek? Daha çok ihracat daha az ithalat için hangi sektörlere ağırlık verilecek? Bunun için nasıl bir sanayi politikası izlenecek? Bu adımları atarken küresel finans sistemi içinde kalacak mısınız yoksa aradaki bağları biraz gevşetecek misiniz (sermaye kontrolleri gibi)?
Yüksek büyüme – yüksek cari açık belasından kurtulmak bir çırpıda olmuyor. Sıraladığım temel konulara yanıt veren bir program gerekiyor. Bunun da ilk adımı, bu konularda bilgi birikimi olanların katıldığı toplantılar yaparak atılır. Önce ayrıntılı tartışma, sonra uzlaşma, daha sonra da uygulama.