Yoksa modelimiz kronik kriz mi?
Maalesef boşuna umutlanmışız. Bütün koşullar apaçık ortadayken artık aynı hataları işlemekten kaçınacağımıza, yükselen ve daha da yükseleceği belli olan enflasyona rağmen faizin, arttırmaktan kaçınsak bile, hiç değilse aynı düzeyde tutulacağına neredeyse emindik oysa. Merkez Bankası, en kötümser piyasa oyuncusunun bile 50 baz puandan fazla bir indirimi beklemediği bir ortamda 100 baz puanlık bir indirim ile çok riskli bir adım attı. Kararın herkes için sürpriz olduğu, döviz kurunun derhal yükselmesinden anlaşılıyor. Gerçi tedirginlik, Banka’nın uzunca bir süredir vurguladığı “faizin mutlaka enflasyonun üstünde kalacağı” taahhüdünden kısa bir süre önce vazgeçmesi ve bundan böyle ağırlığı “gıda ve enerji fiyatlarını dışarıda bırakan çekirdek enflasyona” vereceğini açıklaması ile başlamıştı. Ama giderek kısalan sürelerle aynı hatanın tekrarlanması, çaresizlik ya da idraksizlikle açıklanamayacağına göre her defasında aynı yorumları yapmak, aynı düş kırıklıklarını ifade etmek anlamlı olmaktan çıkıyor; hatta kabak tadı veriyor. Konuya Türkiye için farklı bir sosyo-ekonomik bakış açısından yaklaşmak ve cari açık çekişli büyüme tercihinin aynı zamanda hem faizde hem döviz kurunda sürekli yükselişi tetikleyen bir kısır döngüye dönüşmesinin artık bilinen ve benimsenen bir politika çerçevesi olduğu ihtimalini değerlendirmek gerekiyor. Toplumun refahı ve geleceği bağlamında özlenen ve akılcı bir perspektif olmasa da, yapısal çıkmazları açmayı devre dışı bırakan bu ihtimalin, 3-5 yıllık bir ufku olan seçim dinamiğine göre konumlanan politikacılar için gerçekleştirilmesi çok daha kolay bir yörünge olacağı açık. Ne yazık ki bu durumun hem makroekonomik dengelerde hem de toplumsal katmanlar düzeyinde mevcut fay kırıklarını daha da derinleştirmesi ve kronik kriz potansiyelini büyütmesi de kaçınılmaz olacak.
Kur artışı ihracattan çok enflasyonu patlatır
Böyle bir politika tercihinin öncelikle kişi başına gelir düzeyi ve toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliği açısından olumsuz bir trendi kalıcı hale getireceği kesin. Bu da kanaatimce zaman içinde kriz sıklığını arttırarak uzun vadede kendi kendini yok edecek bir sarmala işaret eder. Nitekim döviz kurundaki yükselişin giderek daha çabuk yukarı ittiği enflasyonun, petrol ve emtia fiyatlarının lojistik zincirlerindeki aksamanın da etkisiyle dünya çapında artışının yansımasıyla bundan böyle ivme kazanacağı ortada. Yani Merkez Bankasının geçenlerde %14.1 olarak revize ettiği yıl sonu enflasyonunun çok daha yukarılarda olacağı kesin. Zaten TÜFE ve TEFE arasındaki makasın büyüklüğü bunun için yeterli işaret. Kaldı ki bağımsız araştırma grubu’na göre gerçek enflasyon şimdiden %30’u aşmış durumda. Bu da hem kurun hem de faizin üzerinde yukarı yönlü baskı oluşması demek. Pandemi nedeniyle yavaşlamanın küçülttüğü cari açığa ve turizmde toparlanmaya rağmen azalmayan dolarizasyonun ve mevduatta döviz tercihinin bundan sonra azalması çok zor.
Zaman içinde kendini yok edeceğini vurguladığımız bu tercihin kısa vadede de karar alıcıların yüzünü güldüreceği söylenemez. Eğer cari açıktaki küçülmeye ve ihracattaki artışa bakılarak böyle bir tercih yapılmışsa bu da isabetli değildir; çünkü bu iki gelişme de pandemi ile bağlantılıdır. Pandemi ile ekonominin yavaşlaması cari açığı ve ithalatı küçültürken, en büyük ihracat pazarımız olan Avrupa ekonomisinde alınan önlemlerle canlanan talep ihracatta daha erken bir talep artışına yol açmıştır. Bu nedenle yılın ilk yedi ayında dış ticaret açığı %4.7 azalarak 26.7 milyar dolar’dan 25.5 milyar dolar’a gerilemiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı %77.1’den %82.6’ya yükselmiştir. Başka bir yönüyle bu yedi ayda geçen yılın aynı dönemine göre ihracat yaklaşık %35 artarken ithalat %26 artmıştır. Ancak bu durumun geçici olduğu, Temmuz ayında dış ticaret açığının geçen yılın aynı ayına göre %51,3 artarak 4,3 milyar dolar’a ulaşmasından belli. Çünkü yapısal olarak bu açığı azaltacak hiç bir gelişme söz konusu değil.
Bu eksikliği kuru yükselterek gidermek de hiç gerçekçi olmaz. Bizimki gibi ithalata bağımlı ve düşük/orta teknolojili bir ihracatta kalıcı artış, yüksek kur ile değil nitelikli işgücü, kaliteli eğitim, hukuk güvenliği, çeşitlenmiş ve ve katma değeri yüksek sanayi üretimi, arge ve inovasyon ile olur. Ama yüksek kurun mevcut yapı içinde enflasyonu patlatacağı, onun da yoksulluğu, güvensizliği ve yapısal çıkmazları derinleştireceği ve orta vadede büyüme hızını düşüreceği bellidir.
Reel kesimde sorunlar aynı
Para politikasında alınan riski maliye politikasıyla bir nebze telafi etmek için, bu yıl baz etkisi ve vergi affı sayesinde azalan ve hatta faiz dışı fazla içeren bütçe dengesinin bozulmaması ve bütçe harcamalarının gevşememesi zorunlu. Tabii hem makro hedeflere hem de bankacılık sisteminin sağlığına etkisi açısından reel kesimin faaliyet karlılığının ve verimliliğinin nasıl iyileştirileceği anahtar önemini koruyor. Bu birim ihracat fiyatlarının ve ithalat bağımlılığının azaltılması yönünden de önemli. Oysa verilen destekler, sadece mevcut yapının ve şirketlerin ayakta kalması için kredi yapılandırması ve KGF garantisi şeklinde. Zaten mültecilere sadece ucuz işgücü deposu olarak kurtarıcı gözüyle bakılması da rekabet gücü ve verimlilik için yapısal bir dönüşüme niyet ve istek olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla ekonomi için de görünür gelecekte müjdeli bir tablodan söz etmek maalesef mümkün görünmüyor.