Yok, yavaş, yarın
“Benim memurum işini bilir” tarihe geçen bu kısa cümle hayatımdaki aydınlanma noktalarından biri. Aydınlanmanın her zaman pozitif aydınlanma olmadığını idrak etmiş olmamı belki “kırılma” noktası olarak tanımlamam doğru olur… Bu kadar utandığımı anımsamıyorum dediğimi biliyorum, bugün kulağıma komik geliyor ve üzülüyorum. O kadar çok şeye üzülür oldum ki, hangisi daha çok ya da az ya da unutulur şaşırdım.
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, tuhaf bir boş vermişlik içinde, “modern olma”nın şartı görüntüsüyle, o zamana kadar henüz öğrenmemiş olduğumuz tuhaf oyunlar marifetiyle bizi her gün şaşırtırdı. Her gün dememe bakmayın iletişim anlık değildi. Renkli şort-mayosuyla askeri kıta teftiş fotoğrafı gözümün önünden gitmez. Gördüğümde, “… yer yarılsa...” diye başlayan duyguya, sonradan daha kaç kez dolanacağımı bilemediğim için dolu dolu kapılmışım. Meğer, daha sonra yaşayacaklarımız, bugünün diliyle; “teaser” mış!
Doğru, dürüst, ahlaklı memur ve devlet görevlilerini tenzih ederek ve yaşadıkları duyguların ağırlığına empati kurarak devam edeceğim yazıma.
Usulsüzlük usulü
Herhangi bir devlet dairesinde, kamu kuruluşu ya da iştirakinde herhangi bir usulsüzlüğün medyaya sızmadığı, orasından burasından kirliliğin taşmadığı bir tek gün geçmez oldu. Ne zaman iş yaparlar anlamak mümkün değil. “İşini bilmeyen” memura yer kalmayan bir düzendeyiz. Doğal olarak güvenden söz etmek de mümkün değil.
Bugün hangi memur görevden alınacak, kaç tanesi istifa ediyormuş gibi yaparak uzaklaşacak… kaç skandal çıkar, kaç usulsüzlük sızar, kaç memurun serveti ifşa olur? Kaçı göstere göstere yurt dışına kaçar… Spor totodan renkli, nalıncı keserine dönen Milli Piyango’dan şüphesiz daha renkli.
“Zaman turuna çıkaracağım sizi” diyeceğim ama Türkiye’de zaman bildiğimiz ya da alışık olunan düzlemde ilerlemediği için turun adını koyamıyorum, üzgünüm... Şu günlerde uzayın resmi birer ikişer düşerken ekranlarımıza, diyeceğim o ki, NASA bile şaşar bizdeki izafiyet anlayışına.
Çok geriye gitmeye gerek yok, yıllardan 2000. TRT 2 kanalı için program hazırlayıp sunuyorum. Program temel ekonomi disiplini içinde yönetim bilimi ve insan kaynakları konularını ele alıyor. Haftada bir yayınlanıyor ve bugün aktaracağım programın teması “Kamuda Kariyer”. Konuklarım dönemin Bakırköy eski Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı ile Süper Vali diye ünlenen Tokat, Aydın, Erzincan ve Merkez eski Valisi, merhum Recep Yazıcıoğlu. Zaman yaratırsanız eğlenceli ve düşündürücü bu yayının videosunu yaprakozer.com’dan izlemenizi öneriyorum.
Bugün yıllardan 2022! Yayında yer alan anlatımlardan bir adım ileri gitmek şöyle dursun… tarihin ileri medeniyetin geriye yolculuk yaptığını idrak ediyoruz.
Yaşadıklarımızı her gün artık şaşırmayacağım diye okuyorum ama olmuyor. Örneğin her yıl, her ay değişen üst düzey kurum yetkililerine bu hafta ÖSYM Başkanı eklendi. Paraşütle geldi paraşütle gitti. Paraşüt benzetmesini bir de konuğumdan dinleyeceksiniz, çok daha ilginç! Bu arada fırsatı kaçırmayan azledilen başkan, “alnım ak gönlüm ferah” diye açıklama yapmayı ihmal etmemiş. Konudan bağımsız, “Ben hata yaptım, görevimi layığıyla yerine getiremedim” diyen bir devlet memurunu anımsamıyorum. Yazıcıoğlu söyleşisi buna da değiniyor, dünyaya geldiği andan itibaren dayak yiyen ve azar işiten bir toplumda cezanın tanımının da temelinin de atılmadığı bir toplumda memuriyetin dinamikleri “yanına kar kalır” diye açıklanabilir.
Yazıcıoğlu’nu tanıyanlar, kendisini anımsayanlar bilir söylemleri dönemine göre öncü, renkli, esprili, derin ve sivriydi. Bu nedenle kendisi çok rahat ve neşeli, çevresi yapacaklarından ve söyleyeceklerinden dolayı hep tedirgin ve endişeliydi.
Şöyle başlamışım program takdimine; “…60-70’li yıllarda popüler olan “memuriyet”, ilerleyen yıllarda kariyer olarak gözden düşse de kamu için çalışmayı ve “iyi işler” yapmayı arzulayan idealist insanlar var…” İdealizmini koruyan memurlara hediye ediyorum bu yazıyı.
Hücrede yaşıyorum
Yazıcıoğlu merkeze çekilerek cezalandırılmış idealist bir bürokrattı. Kızakta Ankara’da ne kadar mutsuz olduğunu anlatabilmek için duygularını şöyle ifade etmiş; “Anadolu’da doğayla iç içesin, bugün Ankara’da bir apartman dairesinde hücrede yaşıyorum.” Oysa ekmek elden su gölden, yan gel yat değil mi… Yazıcıoğlu için memur olmanın tanımı yan gelip yatmak değil, iş yapmak; “Kamudaki mesleğin manevi tatmini olur. Ticari tatmin için özel sektörde olacaksın. Kamudaki ücret “Allah razı olsun” denmesidir. İnsanların sempatisi, duyguları, paylaşımdır.”
O gün bile yeterince inandırıcı gelmemiş mi yoksa saflıkla renkli bir program çıkaracağım diye, “Hiç mi hayalini kurmadınız paranın?” diye soruyorum. Yanıtı net: “Hiç neden çok param olmadı diye düşünmedim. Yediğin değişmiyor, zengin de olsan yediğin peynir, zeytin, ekmek, domates. Altında arabaysa, devlet verdi bana zaten. Ev mi… o da oldu benim de 30 yılda bir evim oldu zaten. Vali konaklarında 500-600 metrekare evlerde oturdum ancak 100 metrekaresini kullandım. Bu züğürt tesellisi değil, kanaat.”
Bana problem ve potansiyel gösterin
Söyleşi boyunca rahat duran bir memur olmadığını detaylarıyla aktarıyor, öyle ki, personel dairesine çıkarak, kendisine problemi, hadisesi, potansiyeli olan yerler verilmesini talep ettiğini ifade ediyor. Canlarına minnet, ne kadar uzak o kadar iyi ve az sorun diye düşünmüş olmalı yöneticileri, Ağrı Hamur’a göndermişler. Sanırım bir tür ceza olsun diye. Yöre halkından özür dilerim, niyetim önemlerini küçümsemek değil, neredeyse 30-40 yıl önceki iletişim ve ulaşım olanaklarını düşünecek olursanız, sorunun ya da Yazıcıoğlu haberlerinin anında kamuoyu dikkatine terfi etmesi için çok uzak bir bölgeydi. Merkezdeki yüksek memurlar bu olanaksızlıkların ışığında “ne problem ne potansiyel” gördükleri, tuvaleti olmayan Hamur’a Recep Yazıcıoğlu’nu göndermişler. İlk iş Hamur halkına tuvalet hizmeti getirmiş. Çağ atlamış Hamur. Gelen kaymakamlar 6 ayda kaçarken Yazıcıoğlu 2 yıl kalmış… “…bıraksalar daha da kalırdım...” diyor. Bu, kariyerindeki anekdotlardan küçücük masum bir örnek. Bir Google tuşuna bakar, nice farklı çıkışlar dökülür hemen.
“Kamuda ehliyet, liyakat objektif kurallara bağlı olsa da fiili durum vardır. Paraşütle gelinir paraşütle gidilir… Valiliğin siyasi bir meslek olmasını anlayabilirim, ama onun dışındakiler teknik görevdir” diye başladığı sözlerine kamudaki hastalıklardan söz ederek devam ediyor. Ben de kolay okunabilsin ve daha dikkat çekici olsun diye Yazıcıoğlu’nun işaret ettiği “benim memurum” özelliklerini maddeleştirdim;
- Devlet memuruyum diye kasılmak,
- Kim getirdiyse ona karşı sorumluyum diye düşünmek,
- İşi yokuşa sürmek, engel çıkarmak ve bundan zevk almak,
- Yok, Yavaş, Yarın prensibine bağlanmak
- Tükenmişlik,
- Paraşütle gelmek, ehliyetsiz dolaşmak, liyakattan bi haber ve ödül yoksunu kalmak,
- Görme karışma; idari maslahat yapmak
3 Y prensibi ve tükenmişlik sendromu
Biliyorum, açıklamamı bekliyorsunuz, kamuyu anlamanın yolunun tabiatını kavramaktan geçtiğini söyleyen Yazıcıoğlu ince ince anlatmış söyleşide; “3 Y Prensibi vardır; yok - yavaş - yarın. Barikatlar, aşamalar, sorgu sualler nedeniyle kamuya giremezsin. Böyle olması aşağılık kompleksinden gelir. Önemsenmek ister.”
Hastalığın tedavisi var mı sorusunun yanıtını da vermiş; “Bu hastalık eğitimle tedavi edilebilir.”
Tükenmişlik sendromunu yeterince anlamlandıramadığımı düşünmüş olmalı. Malum tüketmeye geldikleri için… “Tükenmişlik Sendromu ise ideallerle mezun olursun ama gelince görürsün ki; kurumda, çalışanla alay ediliyor, dalga geçiliyor” bu da topluma yararlı olmak için çabalayan, sorumluluğunu bilen milletine hizmet için mücadele verenlerin cezası. Dışlanıyorlar, zaman içinde tükeniyorlar. Tükenmeyeni reddedenlerin hepsinin Yazıcıoğlu gibi güçlü kalmasının zor olduğunu varsayıyorum, onlar da raf ömürleri tükenene kadar “bozulma”yı tercih ediyor olabilirler.
Aradan geçen yıllara kuşaklar sığdı. Güzel ülkemizde, değişen çok şey var. İthal teknolojiler sayesinde parayla satın alınabilecek her konuda dünyayla eşitiz. Güven, liyakat, saygı, haklar, çevreyi korumak, doğada eşit yaşam hakkına sahip olmak gibi temel konularda üzülerek söylemem gerekirse dünyanın sonundayız. Savaşların şeklini değiştirecek insansız hava araçlarımız var, dışarıdan bakıldığında açlığı önleyecek gerekçesiyle buğday borsası kuracak bölgesel gücümüz de var ama saygınlıkta, bilgelikte adımız yok.
Doğa sporlarına meraklı, insan sevgisiyle dolu Recep Yazıcıoğlu’nu sınır tanımadan konuştuğu için uzakta tutanlar, bugün vatandaşını her şeyin önünde tutan “süper” memurlara ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu idrak etmiş olabilirler mi? Pişmanlık ne fayda. Kaybedilenleri yerine koymak kaç neslin daha gelip geçmesine neden olacak. Oysa yaşayacak tek bir ömrümüz var. Onu da kaliteli yaşamak bu kadar zor olmamalı. Yaşam kalitesi için ille de maddi zenginlik anlamına gelmeyen refah gerekir. Refah mutluluktan, mutluluk ise temel ihtiyaçların sağlandığı dünyada yeşerebilir. Karmaşık değil, yalın, basit ve düz.