Yeniden düşünme zamanı
Türkiye’nin Kabil Havaalanı’nın güvenliğini sağlamasına izin verilmesi için haftalarca Taliban’ı ikna etmek için direnen Erdoğan yönetiminin nihayet bu ısrarını sonlandırarak Türk Birliğine ülkeye dönme talimatı verdiği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İbrahim Kalın, Türkiye’nin havaalanının işletmesini üstlenmek istediğini açıklamışsa da, Taliban’ın teklifi kabul edip etmeyeceği henüz bilinmemektedir.
Türk hükümeti, özellikle iki ülkenin dini bakımdan da yakın olduklarını vurgulayarak, Türk askerinin Afganistan’da kalması için yoğun gayret göstermesinden bir sonuç alamadı. Taliban’ın lider kadrosunun Türkiye ile iyi ilişkiler arzuladıklarını beyan etmelerine karşın, ülkelerinin yeni egemen gücü olarak havaalanın güvenliğini sağlamak gibi kendilerine ait olması gereken bir yetkiyi yabancı bir güçle paylaşmamakta ısrar etmeleri anlaşılabilir bir tutumdur.
Taliban’ın kendi ülkelerinde yabancı bir ülkeye ait güçlerin güvenlik hizmeti görmesi, çok iyi niyetle yapılmış bir teklif bile olsa, kabulü konusunda gözlenen isteksizlik, aslında ülkelerini işgal ettiğine inandıkları yabancılara karşı başarıyla mücadele eden grupların yetkilerine kıskançça sahip çıkmalarından kaynaklanan tabii bir ortak tavır olarak değerlendirilmelidir. Şaşırtıcı olan husus, Türkiye’nin bu duyguyu anlayamayarak, dini bağların Taliban’ın ülkede yabancı asker bulunmasına ilişkin tavrını değiştirmek için yeterli bir temel oluşturmadığını takdir edememiş olmasıdır.
Hükümetler izledikleri siyasetin başarısızlığa uğramasından memnun olmasalar da, başarısızlık bazen izlenen politikaların gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi ve değiştirilmesini için bir fırsat penceresi açabilir. Bu durumda, Afgan politikasında yaşanan başarısızlığın böyle bir gelişmeye yol açıp açmayacağını sorgulayabiliriz. Tartışmamıza dini renkler de içeren dış politikanın başlangıcını hatırlayarak başlayalım. Arap Baharı’nın patlak vermesinden kısa bir süre sonra, Türk hükümeti, ülkelerinde siyasal değişim talep eden güçlerle ittifak ederek Orta Doğu bölgesinin lideri olması için bir fırsat yakaladığını düşündü. Görünüşe göre bu ülkelerde en iyi örgütlenmiş muhalif hareketler Müslüman Kardeşler ve onunla bağlantılı olanlardı. Bu durum, Sünni mezhebine bağlı siyasi hareketlerle zaten iyi ilişkiler geliştirmiş olan Türk hükümeti açısından bir uyumsuzluk sorunu yaratmıyordu. Arap Baharı’nın toplumlardaki güç yapısını dönüştürücü etkisi sonucu Müslüman Kardeşlerin iktidara tırmandığına ve dinin diğer kimlik kaynaklarından farklı olarak insanları birleştirici gücüne inanan Türk dış siyasetinin yapımcıları, hiç sorgulamadan tüm desteklerini Müslüman Kardeşlere vermekte tereddüt etmediler. Geriye doğru bakıldığında, bu siyasetin saflık derecesinde bir iyimserliği yansıttığı görülüyor. İlkin, geleneksel
Arap rejimleri, anlaşılabilir nedenlerle, Müslüman Kardeşleri kendi hükümranlıklarına meydan okuyan bir güç olarak gördüler, iktidara gelmesini engellemeye, geldiği yerde de iktidardan uzaklaştırmaya çalıştılar. İkinci olarak, otoriter yönetimler sayesinde bütünlüğünü koruyabilen etnik ve mezhep bakımından zaten bölünmüş nitelikteki toplumlarda, otoriter yönetimi sonlandırma girişimleri herhangi bir muhalif siyasetin iktidara gelmesine değil, dış güçleri de içine çeken yeni parçalanmalara ve iç mücadelelere yol açtı. Libya’da küresel ve bölgesel güçler, çıkarlarını vekalet savaşlarıyla korumayı öngören bir rekabete giriştiler. Suriye’de halen de süregelmekte olan kural tanımaz bir iç savaş patladı. Bu çatışma Rusya’nın Suriye ve Doğu Akdeniz’e yeniden iyice yerleşmesine imkan verdi, Amerika ile Kürt terör hareketleri arasında süreklilik kazanan ve Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir bağ kurulmasına yol açtı, Türkiye’ye dört milyon civarında Suriyeli göçmen geldi ve Suriye’nin bazı yörelerinde yüksek maliyetli Türk askeri müdahalelerinin gerçekleşmesi söz konusu oldu.
Üçüncü olarak, dünyanın başlıca güçleri, her biri farklı nedenlerle de olsa, Müslüman Kardeşleri dünyanın istikrarı için bir tehdit olarak gördüler, bunların toplumları demokratikleştirecek bir güç olduğunu inandırıcı bulmadılar. Dolayısıyla iktidara gelmelerini engellediler. Dördüncü olarak, Türkiye bölgesinde kendini giderek yalnızlaşmış buldu. Bölgedeki geleneksel yönetimler sırtlarını Türkiye’ye döndüler. Türkiye’nin Mısır ve İsrail ile ilişkileri hasmane bir nitelik kazandı. Doğu Akdeniz’de, hedefleri arasında Türkiye’yi bu bölgenin gaz ve petrol kaynaklarından mahrum etmek bulunan Türk düşmanı bir blok oluştu. Son olarak da, Türkiye bölgede 2011 öncesi kazandığı lider ülke konumunu kaybetti. 2011 öncesi bölgedeki her ülke Türkiye ile iyi ilişkilere sahipti ve aralarındaki ihtilaflarda Türkiye’nin arabulucu yapmasına rıza gösterebiliyorlardı. Bu ilişkiler Türkiye’nin her biriyle refah arttırıcı iktisadi ilişkiler geliştirmesine de imkan sağlamıştı.
Dini yakınlık iddialarının Taliban katında etkileyici bulunmamış olması, aslında dini bağları öne alarak süregelen bölgesel liderlik siyasetinin yanında önemsiz bulunabilirse de, yaşanan başarısızlık izlenen siyasetin gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi sürecini tetikleyen bir gelişme oluşturabilir. Ancak Cumhurbaşkanının inatçı ve yön değiştirmeye direnen bir kişilik yapısına sahip olduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla, değişim olup olmayacağını bekleyip görmemiz gerekecektir.
Not: Kişisel mazereti dolayısıyla haftalık mülakatı gerçekleştiren Adnan K. Han bu görevi yapamadığından, yazı İlter Turan tarafından bir sütün olarak kaleme alınmıştır.