Yeni dünya düzeni… Ama nasıl bir düzen?
Özellikle 2008 küresel resesyonu sonrasında çok yazıldı, çizildi: Gelişmiş ülkelerde neoliberal akımların güç kazandığı 80’li yıllardan beri giderek artan bir “gelir dağılımı” eşitsizliği söz konusu, yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay rekor seviyelere çıkmış durumda, sendikaların ortadan kalkması ile birlikte orta ve alt sınıfların sosyal hakları erozyona uğramış vaziyette, “reel” ücretlerde gerileme söz konusu, finansal piyasalar merkez bankaları eliyle şişirilirken kârlılık ve verimlilik geriye gitmekte, açgözlü şirketler “küresel ısınma” ve “çevre kirliliği” gibi dışsallıkları kendi lehlerine kullanarak giderek daha yaşanmaz bir dünyaya yol açmakta vs vs. Korona krizi ise bu “hazin” durumu bir kez daha gözler önüne sermiş durumda. Bu tip bir salgının çıkma ihtimalinin çok iyi bilinmesine rağmen batı devletleri toplumsal sağlık hizmetlerine gram yatırım yapmadıkları gibi, sosyal güvenlik sistemlerini de giderek zayıflattılar. Bu nedenle, sağlık hizmetlerinin aksaması ve hastalığın etkilediği kesimlerin ağırlıklı olarak dar gelirliler olması hiç de sürpriz değil. Hal böyle olunca, tekrar “Yeni Dünya Düzeni” tartışmaları gündeme girdi.
Uzun yıllar neoliberalizm ile köreltilmiş ana akım ekonomi akademyasında da (Thomas Piketty’nin gelir dağılımı çalışmalarının da etkisiyle) bu konuda bazı uyanışlar olduğunu görmekteyiz. Bu noktada Daron Acemoğlu’nun son kitabı Dar Koridor’da vardığı sonuç “ekonomilerin yeniden eşitlikçi bir refah çizgisine çekilebilmesi için bizzat fertlerin isteklerini siyasetçilere duyurmak ve uygulattırmak için örgütlenerek toplu gösteri ve nümayiş yapmalarının gerekli olduğu” şeklinde. Bakın, değişim için “oy sandığı” yeterlidir demiyor, diyemiyor. Açık söyleyeyim, bu “gerçek” dünyada pek de sonuç getirebilecek bir reçete değil maalesef. Yunanistan’dan, Fransa ve İspanya’ya bu nümayişlerin nereye vardığını, daha doğrusu varamadığını hep birlikte görüyoruz. Gene toplumsal örgütlenme bağlamında “internet” mecrasının da müesses nizam tarafından ne kadar çabuk kontrol altına alındığını, pasifize edildiğini ve hatta “metalaştırıldığına” (bir kâr unsuru haline getirildiğini) da şahit oluyoruz.
Günümüz “finansal” kapitalizminin belki de en mahir olduğu nokta toplumları baskıyla değil, çeşitli finansal yöntemlerle kontrol altında tutmaktır. Bu meyanda, tüketici kredileri vasıtasıyla “borçlandırma” en etkili yöntemlerden biridir. Buna bir örnek, gerek 2008 krizi sonrasında, gerekse de bugünlerde özellikle Anglo-Sakson ülkelerdeki “sol” çevrelerde gündeme getirilen öğrenci borçluluğu sorunsalı. Paralı eğitimin ve bunun için borçlanmanın toplumsal dinamikler üzerinde ne büyük bir yük oluşturduğu konusunda tüm toplum bilimciler görüş birliği içindeler. Ancak ABD’de 1.7 trilyon dolara ulaşmış bu borçların silinmesi çok konuşulduysa da, bugüne kadar bu konuda hiç bir somut adım atılmadı, kolay kolay atılacak gibi de gözükmüyor. Halbuki finansal sistemde borç yoktan var edildiği gibi, istenirse vardan da yok edilebilir. (Son dönemlerde bu ve buna benzer konularda “radikal” fikirleri olan Batılı siyasetçilerin gene müesses nizam tarafından nasıl elimine edildiklerini de gördük.)
Modern kapitalizm prekaryayı yaşam süresi boyunca oyalama üzerine kurgulanmıştır. (Eskiden olsa proleterya derdik, şimdi çoğumuz prekarya’yız.) Ebeveynleri daha ilk günden bir eğitim yarışına sokmak, bireyleri her an çıkarılabilecek işlerde çalıştırmak, konut ve tüketici kredisi gibi yüklerin altına sokmak, “ucuz” tüketim mallarıyla yalancı bir tatmin hissi verdirmek ve kalan zamanlarda da medya ve internetin daimi bombalamalarıyla “boş” ve “zararsız” meşgalelerle vakit geçirtmek. Bu yaşam döngüsünün gelişmiş kapitalist ekonomiler ve biraz da bizim gibi periferal ülkelerdeki çoğunluğu kapsadığını söyleyebilirim. (Yoksa, periferi dışındakilerde olanların yaşam şartları çok daha acımasızca maalesef.) Bunları yazarken de aklıma bu sene tüm önemli Oscar’ları kazanan Parazit filminin son sahneleri geldi. Egemen sınıfa karşı sert bir tepkiyi ortaya koyan filmin sonuç sahnesinde kahramanımız yaptıklarının yanlış olduğunu “kavramış” bir şekilde çok çalışarak “örnek” bir vatandaş olup, iyi para kazanıp, iyi bir yere gelerek fakir ailesine zengin ailenin oturduğu lüks malikaneyi almanın hayalini kuruyor. Tabii, bunun mümkün olamayacağını o da, biz seyirciler de biliyoruz!
Belki de bu son gelişmeler bir “Yeni Dünya Düzeni” ortaya çıkaracak. Ancak, nasıl ki 11 Eylül sonrasında uluslararası terörizm demokratik batı ülkelerini daha baskıcı “gözetim” ve “kontrol” toplumları haline dönüştüren bir “düzen”i beraberinde getirdiyse, bu pandemik de sadece bu mevcut “düzen”in daha da kemikleşmesine ve derinleşmesine sebep olabilir. Evet, Yeni Dünya Düzeni de, nasıl bir düzen?