Yargı tartışmaları siyaset için araç mı?
Tuhaf günler yaşamıyor muyuz?
Bir uçtan diğerine savrulan bir gündemin içinde şirazesi hepten yitmiyor mu memleketin?
Bir tarafta İsrail’in naklen yayınlanan cinayetleri diğer tarafta polatgiller pespayeliği.
Bir yanda bir milletvekilinin davası ekseninde başlayan yüksek yargı tartışması, diğer yanda bir gazetecinin katilini iyi halden tahliye eden kararlar…
Tüm bunların ortasında tamamen seçimlere ve anayasa değişikliğine odaklanan bir siyaset mekanizması…
Gelin kısaca şu yargı meselesindeki tartışmaların üzerinden bir geçelim. Önce yüksek yargı arasındaki tartışmaya göz atalım. Ortada onlarca polemik, yazılı açıklama, yüzlerce, binlerce görüş var.
Ama tartışmaktan işin özünü kaçırıyoruz.
İşin özü şu:
Bir kişinin tutuklu yargılanıyor olması suçlu olduğu anlamına gelmez. Hakkındaki hüküm Yargıtay kararıyla kesinleşmedikçe masum sayılır.
Bu sebeple tutuklu olan kişiler, haklarında hüküm kesinleşmediği için milletvekilliğine veya diğer görevlere aday olabiliyorlar.
Ayrıca Anayasa Mahkemesi Can Atalay ile ilgili ihlal kararı verdiğinde “Can Atalay suçlu veya suçsuz” demiyor. Sorun kişi henüz tutukluyken, yani hakkında kesin hüküm yokken, milletvekili seçildiği için Anayasa’nın 83. maddesi gereğince hakkındaki yargılamanın durdurulmaması ve Meclis’e gitmemesi. Anayasa Mahkemesi burada prosedürel hatayı söylüyor.
Sanırım yeterince açık…
Şimdi gelelim diğer konuya.
19 Ocak 2007’de Hrant Dink katledildi. Yıllar içinde ortaya çıktı ki kamu görevlileri yanlız cinayetin işleneceğini değil neredeyse tüm ayrıntılarını da biliyormuş. Tetiği çeken kişinin her adımı takip edilmiş. Dahası katil tetiği çektiğinde etrafta dokuz jandarma görevlisi varmış. Vatandaşını koruması gerekenler cinayeti izlemiş.
Katil Ogün Samast ise 16 yıl 10 gün sonra serbest bırakıldı.
Sahi Dink suikastının yargılama süreçlerini hatırlayanınız var mı? Can Atalay davasında kılı kırk yaran yüksek yargımız o zaman bir katil için nasıl kararlar vermişti, hangi tartışmaları yaşamıştı acaba?
Bu garabetin içinde yüksek yargı tartışmalarını gerekçe gösterip başlayan anayasa değişikliği meselesine ne diyeceğiz peki?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyanın 1980’li yıllardan bugüne çok değiştiğini, zaman zaman bu değişiklikler anayasa metnine yansıtılmaya çalışılsa da bu durumun anayasanın metinsel bütünlüğünü yok ettiğini ifade ediyor.
Açıklamasının bir yerinde de cumhurbaşkanlığı seçimi için 50+1 şartının değişmesi gerektiğini söylüyor:
“Çoğunluğu alan adayın seçilmesi usulüne geçilmesi halinde Cumhurbaşkanlığı seçimi de seri olur, uğraştırmaz ve yanlış yollara da sevk etmez. Mevcutta 50+1 mecburiyeti partileri yanlış yollara sevk ediyor. Kimin eli, kimin cebinde belli değil. Yok, altılı, yok on altılı masa… Bundan sonra kim bilir daha neler çıkar? Ama oy sayısı itibarıyla ‘en fazla oyu alan aday seçilir’ denildiği zaman seçim hızlıca tamamlanır.”
Zannediyorum yoruma yer bırakmayacak kadar açık cümleler bunlar.
Peki, ama diyelim ki yeni yılla birlikte meclis anayasa değişikliği çalışmalarıma başladı. Meclis aritmetiği eğer referandum sınırlarında olursa yerel seçimde vatandaşın önüne bir de referandum sandığı gelme ihtimali var mı?
Herhalde böyle bir olasılık Ankara’da seslendirilmeye başlanmış olacak ki muhalefet partileri ittifak arayışlarına hız vermiş durumdalar. Nitekim daha dün kurultay sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştiren CHP yöneticileri şimdi “Kimse bizle ittifak yapmak zorunda değil ama eğer onlar da uygun görürse yapıcı bir süreci başlatacağız.” şeklinde açıklamalar yapıyorlar.
Anlaşılan siyaset kazanı daha çok kaynayacak…