Universitas
Üniversite nasıl örgütlenmişti? Üniversite loncaları evrenseldi çünkü verdikleri doçentlik lisansı tüm Hıristiyan âleminde ders verme hakkı tanımaktaydı. Laikliğe yönelen bir ivmeyle doğmuş ve içlerinde çok sayıda laik –ruhban olmayan veya halktan olan- profesör barındırmakla beraber hocalar ve öğrenciler hem kilise mensubu sayılmakta hem de lonca kilisenin içinde bir lonca olmaktadır. Burada “secular clergy terimini hatırlamakta yarar var. Loncalar yerel tekeller olmayıp evrensel niteliktedirler. Üniversitelerde loncaların gücü hukuki özerklik ve Papa’ya temyize gitme hakkı; unvanları dağıtma hakkı; grev yapma ve kentten ayrılma hakkı şeklinde üç ayrıcalığa dayalıdır. Paris üniversitesi adeta şehrin üçte biridir: Krala ait mekânlar, üniversite ve kentin geri kalanı (Cité). Ama üniversite sıklıkla çeşitli manastırlarda toplanmaktadır ve kendisine ait fazla mülkü yoktur. Bologna üniversitesindeyse lonca sadece öğrencilerden oluşmakta, hocalar doktorlar kolejinde ayrıca örgütlenmektedir.
Ortaçağ üniversiteleri bugünün ilköğretim ve lise eğitimlerini de verdikleri ve hatta collegium 8 yaşından itibaren öğrenci kabul ettiği için üniversite kavramı biraz farklı ve muğlaktır. Ancak privilegium scholasticum bakidir. Üniversite özerkliğini imparator Friedrich I Barbarossa 1155 yılında –evet!- tanımıştır. Paris, Oxford, Bologna önde geliyordu. Sanatlar, dini hukuk, tıp ve teoloji fakültelerinin olduğu Paris’te en kalabalık grup Sanatlar fakültesindeydi (Faculté des Arts). Buraya 14-20 yaş arası öğrenciler kabul ediliyordu ve ortalama üniversite eğitimi 6 yıldı. İki yılda bakalorya ve 6 yılın sonunda doktora dereceleri alınıyor, tıp ve hukuk 20-25 yaş arası okunuyor ve bu eğitim de 6 yıl sürüyordu. Nihayet, ilahiyat alanında doktora için en az 8 yıllık eğitim ve 35 yaşın üzerinde olmak şartları aranıyordu. Sınavlar hükme bağlanmış da olsa her üniversitenin kendi adetleri vardı. Bologna’da asıl sınav (“özel sınav”, examen privatum) ve kamuya açık sınav (conventus publicum) şeklinde iki sınav vardı: ancak asıl doktora sınavı “özel sınav” oluyordu ve kamuya açık sınav sadece bir törenden ibaretti.
Ne okunuyor, ne tartışılıyordu? Her şeyden önce kitap vardı ve matbaa öncesinde de kitap çoğaltmak yaygındı. Üniversitelerin çevresi kitap çoğaltıcılarla kaplıydı. Üniversitenin uzantısı/işçisi kabul edilen bu insanlar fakir öğrenciler de olabiliyordu. Derslerde not tutuluyor ve daha önemlisi ders notları yayınlanıyordu. Resmi ders notlarına exemplar adı veriliyordu. 1264’te Padova üniversitesi yasaları “exemplar olmazsa üniversite de olmaz” diyebiliyordu. Yöntem skolastik idi. Peder Chenu “düşünmek yasaları özenle saptanmış bir meslektir” diyerek ilk ipucunu veriyor. Sanılanın tersine skolastik o kadar kötü bir yöntem değildi. Özellikle dil önemliydi ve dilin de yasaları olmalıydı. Realizm/Nominalizm tartışması bu kadar yer tuttuysa nedeni o çağın entelektüellerinin kelimelere bir güç atfetmeleri ve bu gücün içeriğini tanımlamaya çalışmalarıdır. Çok daha sonra Spinoza kelimelerin gücünden bahsederken ilhamını 13. yüzyıldan mı alıyordu? Skolastiğin temeli gramerdir ve dönemin entelektüelleri neden bahsettiklerini bilmek istemektedirler: Kelime, kavram, varlık arasındaki ilişkileri kurmak gerekiyordu.
Üniversitelerdeki skolastiğin ikinci katmanında “kanıtlama yasaları” bulunur. İlginçtir: Bunun adı diyalektiktir. Burada diyalektik bilgi nesnesini sorun haline getiren, sergileyen, savunan ve sorun haline getirilmiş bilgi nesnesinin düğümlerini çözerek okuru/izleyiciyi ikna etmeye çalışan yöntemler bütünüdür. Olumsuz anlamda retoriğe başvurma (boş lakırdı) suçlaması buradan geliyor. Skolastik, vülger kullanımına en yakın anlamını metinlerden beslenmesi ve otoriter olmasıyla yüklenir. Belki de Arap dünyasından çeviriyle edinilen mirasın Rönesans’ına skolastik denebilir. Skolastik, kutsal metinler ve Aristo, Eflatun vb. mirasın üzerinde, başkalarının omuzlarına basarak yeni kuleler inşa etmek gibi bir amaç taşır. Aynı zamanda 12. yüzyıl için bir ilerleme fikrini de içerir. “Her şey söylendi” yerine “söylenecek hala çok şey” var iyimserliğini taşıyan bir entelektüel atılım söz konusu.
Taklit yasaları akıl yasalarına, bilimin kanıtları otoritelerin hükümlerine bağlanıyor ve bu sonradan skolastiğe kötü şöhretini kazandıracak olan nokta. Fakat başlangıçta bu bir ilerleme çünkü ilahiyat akla çağrıda bulunuyor. Böylece “iman görünmeyen şeylerin kanıtıdır” («argumentum non apprentium»); “imanla aydınlatılmış akıl” (ratio fide illustrata); “aklın peşindeki iman” (fides quaerens intellectus); “Tanrı inayeti doğayı yok etmez, mükemmelleştirir” (gratia non tollis naturam sed perficis). Akina’lı Tomas’ın çok kullandığı kavramlardır.
Gramer çözümlemesinden çıkıp lafza (kelama) ulaşan (litera), oradan anlamı (sensus) veren mantıksal açıklamaya yükselen, bilimi kullanarak düşüncenin gerçek içeriğini ifşa eden yorum (sententio) ve yorumu da içererek yapılan derinlemesine çözümleme (lectio) metin analizinin temel öğeleriydi. Hermenötik nitelik beliriyor. Tam bu noktada metin analizi-yorum tartışmayı doğuruyor. Metnin anlaşılması aşılarak ortaya attığı problemler ele alınmakta, lectio yorumun yerine bir problem kümesi (quaestio) haline evrilmektedir. Hoca artık bir “yorumcu” değil, bir düşünürdür. Kendi çözümlerini geliştirmesiyle beraber determinatio süreci başlamaktadır. 13. yüzyılda metinden-olgulardan-bilgi nesnesinin temelinden kopan quaestio bizatihi bir varlık kazanıyor.
Determinatio hoca ve asistanları arasında geçerken, aynı zamanda başka katılımcılara da açık. Bu noktada tartışma (disputatio) anlamını kazanıyor. Nitekim “tartışma okumuş rahiplerin turnuvasıdır” (Peder Mandonnet, 1928, aktaran Jacques LeGoff). Bu çerçevede özel bir tartışma türü gelişmişti: Quodlibetique tartışma (özden niteliklere doğru gelişen tartışma). Yani herhangi bir konuda ortaya atılan soru ve tezlerin hoca tarafından yönetilerek tartışıldığı bir tartışma. Bu en tehlikeli türdü çünkü (a) tüm sanatları ve bilimleri içerebiliyordu (b) saf entelektüel kaygıların dışında siyasi veya dinsel, ya da kişisel –hocanın ününe gölge düşürmek gibi- amaçlı sorulara da cevap vermek zorunluluğu vardı. Aklın yasalarına uyma konusunda özgün düşüncenin iticisi skolastik böyle gelişmekteydi. Elbette bahsedilen skolastik en parlak dönemindeki 13. yüzyıl skolastiğidir. Skolastik bir şekilde 20. yüzyılın bir bölümündeki neoklasik iktisat veya neopozitivizm gibi görülebilir. Varlığı analitik düşüncenin gelişmesine yol açar. Ancak bir noktadan sonra engelleyebilir de. Ditto: “İspatını anlamadan hiçbir şeyi anlamam.”
Özerklik beratını –hem kiliseden hem kraldan hem yerel soylulardan, her türlü dini ve siyasi otoriteden özerk- daha en başta 1155’te bizzat imparatordan alan üniversiteye yüzyıllar boyunca hiç müdahale olmadı mı? Oldu, mesela meşhur 1277 Tempier müdahalesi: Paris Başpiskoposu Tempier hangi siyasi dengeye hizmet ettiğini pek de anlamadan üniversitenin işleyişine, ideolojiye ve felsefeye saldırdı. En azından Luca Bianchi’nin yorumu budur: Il vescovo e i filosofi. La condanna parigina del 1277 e l'evoluzione dell'aristotelismo scolastico, 1990. Mesela 17. Yüzyılda Hollanda’da üniversitenin ticaretle fazla iç içe geçmesi bir örnektir veya mesela Nazilerin üniversite kavramının içini boşaltmaları. Bu müdahalelerin hiçbirisi kalıcı olmadığı ve özerklik 12. Yüzyıldan beri devam ettiği için Batı üniversitelerine üniversite deniyor.