Uluslararası hukuk ve savaş
Dante’nin rehberi bir Pagan olan Virgilius (Virgilio; Virgile) idi ve Dante evreninde, optimus homo yönetimindeki universitas bileşiminde Hristiyan olmayanlar da vardı. Vitoria için de bu böyleydi çünkü konu zaten ius gentium idi. Çok önemli bir ayrım olarak belirtmek gerekir ki Vitoria, Orbus Christianus ifadesine başvurmamıştı; Totus Orbis terimini kullanmıştı. Sadece Hristiyanların değil, “herkesin dünyası”. Acaba bu ayrım egemenliğin kaynağını ve haliyle iktidarın doğasını Hristiyanlığın dışında aramak anlamına mı geliyordu? Bu ayrım “iki kılıcın” ikisinin de yetkilerini sınırlamak arzusuna, evrensel ‘Ortak-Varlık” nedeniyle uluslararası olması gereken bir dünya düzenine, Hans Kelsen’de gördüğümüz gibi hukuka dayalı normatif/etik bir uluslararası sistem tasarısına mı götürüyordu? “Vitoria ve biz” –20. yüzyılda nihayet kurulan uluslar üstü düzenleyiciler olan Cemiyet-i Akvam ve Birleşmiş Milletler içi boş kabuklara dönüştürülmüş olsalar da- bu kadar yakın mıydık? Vitoria bize 500 yıl sonra bile hala sesleniyor mu?
Belki de sadece bu noktada Carl Schmitt’i –Kelsen’in Weimar dönemi itibariyle- anti-Kelsen olarak görebiliriz. Neo-Kantian döneminde Avusturyalı ve Weimar döneminin lider hukukçusu olan Kelsen’in “devletin (siyasal) nedensellikte gerçek bir varlığı yoktur” diye yazmasından 10 yıl kadar sonra Hitler iktidara geldi. Weimar yıllarının Kelsen’i devleti ontolojik ve epistemolojik özerk varlığı olmayan türde sadece sembolik bir persona ficta olarak görmüştü. Uluslararası hukuka gelirsek Kelsen ve Schmitt’in Versailles anlaşmasının barışı garanti etmediği konusunda hemfikir olduklarını, ama Cemiyet-i Akvamı ve 1945 sonrası yerine geçen Birleşmiş Milletleri birbirlerinin tam zıddı nedenlerle eleştirdiklerini ve iki karşıt uluslararası siyaset/güvenlik mimarisi tasarımı önerdiklerini söyleyebiliriz. Konu önemli ve bu noktada Guglielmo Ferrero’nun 1930’larda “Avrupa savaşmayı biliyor, ama barış yapmayı bilmiyor” deyişi akla gelebilir. Kelsen’in eleştirileri Birleşmiş Milletlerin veto hakkına sahip üyelerinin olması ve Güvenlik Konseyi’nin silahlı müdahale tekelinin/ordusunun olmamasının yaptırımları etkisiz kıldığı noktasındadır. Cemiyet-i Akvam ise hem Birinci Dünya Savaşı sonrası kaybedenlere dikte ettirilen anlaşmalarda zorla dayatılmış olması, hem üyelerin aynı nedenle eşit olmamaları, hem de birbirleriyle çelişen çeşitli kuralları içermesi nedeniyle ölü doğmuştur. Böylece uluslararası bir “hukuk düzeni” kurulamamıştır.
Schmitt ise tam tersine Cemiyet-i Akvamın ve Birleşmiş Milletlerin uluslararası hukuka aşırı müdahale ettikleri için başarısız oldukları kanısındadır. Bu teze göre hangi savaşların yasal olacağına bir üst örgüt karar veremez çünkü savaş devletlerarası ilişkilerin temel ölçütüdür. Dolayısıyla savaşın dış politika aracı olamayacağı şeklindeki 1928 Briand-Kellog anlaşması da kabul edilemez. Öte yandan ABD’nin hangi devletin hangi eyleminin yasadışı olacağına karar vermeye kalkışması –1941 Stimson doktrini- de Schmitt tarafından “düşmana” –dost/düşman ayrımı Schmitt için temel olduğu için- “düşman olma onuru bırakmadığı” için eleştirilir.
Öte yandan Kelsen’in –pasifist olmamakla birlikte- “haklı savaş” doktrininden uzaklaşarak uluslararası ve ulusal hukukların tek bir bütün oluşturacakları ve devletlerin davranışlarını yargılayacak ve cezalandıracak olanın bu tekil hukuk olacağı görüşünü savunduğu iddiası dikkate alınabilir bir iddiadır. “Haklı savaş” dünyevi nedenlerle yapılan, nedenleri haklı olan ve aynı zamanda düşmanı yok etmeyen, sonuçları ve yürütülüşü itibariyle kısıtlara (kurallara) tabi savaş demektir ve adaleti içerir. Bu noktada “haklı savaş” – “adil savaş” da denilmekle birlikte bu çeviri tam olarak istenileni anlatmaya yetmez; adil savaş demek doğrudan savaşın yapılış biçiminin adil olması anlamına gelecektir- doktrinine yaklaşmış oluyoruz ki başlı başına kapsamlı bir alan oluşturuyor.