Türkleşme ve laiklik
Cumhuriyetin ilk yıllarında etnik referanslar –önemsiz olmasalar da- söylem düzeyinde en öne çıkan unsur değillerdi. Türkleştirme, Türk milliyetçiliğinin en etkili ve meşhur ideologlarından Munis Tekinalp'in de belirttiği gibi, Türklüğe insanlığın üst seviyesinde olma anlamını yüklüyor, azınlıkları da bu üstün kültürün kanatları altında asimile olmaya çağırıyordu. Munis Tekinalp, Moiz Kohen'in müstear isimlerinden biridir. Osmanlı Selanik'inde 1883 yılında bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olan Kohen Türk milliyetçiliğini bütünlüklü, ideolojik derinliğe ve sağlam tezlere sahip olacak şekilde beslemiş az sayıda kişiden biridir. Bu konuda öne çıkan diğer isimler olarak Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Alexandre Helphand (Parvus Efendi) sayılabilir.
Türkleştirmenin bu görece uç ama kültürel/ideolojik haliyle mümkün olduğu düşünülmüştü. Etnik ve dini azınlıkların Türkleştirilebileceği beklentisi değerler sistemi merkezli milliyetçi yaklaşıma belli düzeyde payanda olmuştur. Çoğu kimseye aşırı bir iddia gibi gelebilecek olsa da halkın çok kısa bir zaman dilimi içerisinde bir ulus haline gelme göreviyle bütünleştirilmesi açıktır ki saf etnik merkezli bir imgelemin başarabileceğinden fazlasıdır. Yani saf etnik bir yaklaşımın başarılı olacağına inananların etkisi fazla değildi. Tekeli ve İlkin de benzer bir yorum ve periodizasyon önermektedir: İlhan Tekeli & Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı, İstanbul 2003. Kuruluş döneminin siyasi ulusçuluğunun çoğu zaman etnik ulusçuluğa da yol verdiği ve “Türk'üm diyorsan Türk'sün” türü söylem araçlarının ırkçı referansların etkisini sıfırlayacak kadar güçlü olmadığı doğrudur. Buna rağmen Türk milliyetçiliğinin iki etkili ideoloğu olan Ziya Gökalp ve Moiz Kohen'in milliyetçi vaazlarında etnisiteden ziyade dil, kültür ve kimlik unsurlarını dile getirdikleri gerçeği dahi durumu anlamak için yeterlidir. Kuruluş döneminin aşkın kültürel göreliliği daha derinlemesine işlenebilir. Gökalp söz konusu olduğunda, Taha Parla ile –Uriel Heyd'in Gökalp yorumuna karşı mesafeli olan- Andrew Davison da bu konuya eğilmektedirler. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 2005 (ilk olarak 1985 yılında Hollanda'da yayımlanmıştır) ve Andrew Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, 2006 budur.
Üç Tarz-ı Siyasetin sadece bir tanesi mümkündü ama belki de ilk düşünüldüğü haliyle değildi. Milliyetçiliğin yekpare bir proje olmadığını da vurgulamamız gerekir. Masami Arai, imparatorlukta iki farklı milliyetçilik akımı olduğunu iddia eder. Arai'ye göre, Çarlıktan iltica eden aydınlar yerel milliyetçilerden ayrılıyordu ve başlangıçta –yani milliyetçilik Türk unsur için nihayet cazip hale gelirken- milliyetçilik kavramının açıkça tanımlanması mümkün değildi: Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, İstanbul 2007. Esasen bilinen bir meseledir ve Ziya Gökalp/Yusuf Akçura ayrımında simgelenebilir. Keza Yeni Hayat’ta “Kavim” şiirinde Gökalp benzer temaya başvurur: “Dediler, kavminin bir adı var mı? Adı bir değil çok, bu da bir ar mı?... Türkiye devletim, Türklük milletim; Cinsinin çokluğu Türk’e zarar mı?” Yeni Hayat 1919’da bir derginin düzenlediği ankette en iyi eser seçilecektir. Yeni Hayat açık ki Dante’nin La Vita Nuova’sına (Vita Nova) bir göndermedir.
Davison kanımca bahsi geçen konulara ilişkin daha derin bir sınıflandırma yapmış, olay dizgisini daha doğru bir şekilde yorumlamıştır. En az üç Kemalist laiklik yorumu tespit etmektedir. Birinci yorum ki Kemalist laikliği batı tipi sekülarizme benzeştiren de budur, laikliğin özünü din ve devletin birbirlerinden ayrılması olarak görmektedir. Öte yandan denetim yönünü öne çıkaran yorum Kemalizm’i din konusunda Osmanlı'nın uygulamalarını sürdüren bir pratik olarak açıklamaktadır. Buna göre din devletle organik bir ortak yaşam sürdürmektedir. Yine de din kesinkes devletin ihtiyaç ve isteklerine tabidir. Sonuncu ancak diğerleri kadar önemli bir başka düşünce akımı ise laikliği siyasi, toplumsal ve kültürel bir olgu olarak İslam'ın kurumsal gücünü söndürme çabası olarak görmektedir. Buna göre, dinin kamusal alanın temel taşlarından biri olma özelliği ortadan kalkmalı ve yalnızca özel bir konu olarak, mümkünse dindar veya gerçekten inançlı kişinin psikolojik iç dünyasında varlığını sürdürmelidir. Davison’a göre Türk laikliği bu üç yorumu da kucaklamaktadır; hiçbiri yanlış olmadığı gibi hiçbiri tek başına gerçek yanıtı oluşturmaz. Laikliğin özünü din ve devletin ayrışmasında gören ilk bakışın baktığı örnek muhtemelen Fransa’da din/kilise ve devletin 1905’teki ayrışmasıdır –ki Fransa’da neredeyse bir yüzyıl bu konudaki tartışmalarla geçmişti. Osmanlı da son dönemlerinde modern olmayı zorunlu görmüştü ancak din konusundaki modernleşme Hristiyanlıktaki “iki kılıç” değildir çünkü devletin bir organı olmayan örgütlü bir din yoktur veya bu haliyle Ortodoks da olsa Heterodoks da olsa sadece tarikatlarda mündemiçtir. Bu coğrafyada içeriden reform bir türlü gerçekleşmediği için her Rönesans kendi Reform dalgasını da yaratmak zorundadır. Ezanın Türkçe okunması bu çabaya girer.
Osmanlı-Türk Aydınlanması Reform olmadan Rönesans demek değildi; ikisi de vardı. Ancak Türk Reformu sadece bir sekülarizm olgusu olmadığı gibi laiklik de sekülarizm demek değildi. Aksine, hem dinin devlet tarafından kontrol edilmesini hem de modernize edilmiş İslam'ın nasıl olacağına ilişkin bir yorumu bünyesinde barındırıyordu. Bu yorum dini meselelere daralmış ya da İslam öğretilerinin içsel manalarıyla sınırlanmış olmadığı gibi İslam'ın toplumsal alanda veya yeni doğmuş Cumhuriyet'in söylemlerine ve amellerine karşı kendisini nasıl göstermesi gerektiğine odaklanmış da değildi. Belli bir dozda anti-klerikalizm kesinlikle söz konusuydu ancak bu din adamlarının geniş kesiminin İslam’ı ikincil bağlar dünyasıyla sınırlayan yeni yasal ve yöntemsel mantığı kabul etmesine kadar vardırılmadı. Dahası, erken dönemde ortaya çıkan 1925 Kürt isyanı Ankara'yı siyasal İslam'ın karşısına yerleştirmişti zira o dönemde Kürt ön-milliyetçi isyanları oldukça keskin dini tonlarla harekete geçiyordu. Öte yandan Türkiye’de laiklik sekülarist bir ton taşımıyor da değildi çünkü Abdullah Cevdet gibi radikal bir Batıcı için bile “dinin varlığı sabitti”. Sekülarizm dinin toplumsal ve siyasal varlığını sınırlar ancak kabul eder ve sabitler.
Plaggenborg (Tarihe Emretmek, 2014: 396-397) bu noktayı vurgulamakta haklıdır. Plaggenborg’un mukayeseli bakışında ne Osmanlı’nın son dönem reformculuğu ne Kemalist inkılapçılık Mussolini, Hitler ve Stalin’in yaptıklarıyla kıyaslanabilir. Din konusunda da durum böyledir çünkü Osmanlı’nın da Kemalist devrimin de açık bir “dinde Reform” planı vardı. Dinin toplumsal bir kurum olarak varlığı ve rolü tartışılmıyor sadece ilerlemeye ve moderniteye uyum sağlayabilecek özellikler geliştirebilmesi için bazı irticai yorumlardan arındırmak gerekiyordu. Ritüellerin Türkleştirilmesi, Kur’an’ın güvenilir bir tercümesinin yapılması ve ezanın Türkçe okunması bu son derece açık Reform planının parçalarıdır. SSCB’deki Çarlık Rusya’sında intelligentsia için devrim öncesinde credo haline gelmiş olan Ateizm nasıl adeta bu bakışın doğal uzantısı olarak Bolşevik iktidarının ilk aylarında hayata geçirilmeye başlanmışsa, Türkiye’de de Osmanlı’dan, son olarak da İttihat ve Terakki’den devamla devralınan sekülarizm hamlesine elbette devam edilecekti. Ancak karşı tarafta kurumsal bir muhatabın olmaması nedeniyle Kemalizm pratikte Sovyetlerin ilk yıllarından ve Mussolini rejiminin ilk beş yılından ayrılır. Elbette söylemeye gerek yok ama sekülarizm de laiklik de Ateizm değildir; hatta ilgili bile sayılmazlar çünkü düzlemleri farklıdır.
Şu ana kadar kısmi bir başarıdır ama kök salmıştır. Esasen bu coğrafyada görülmemiş bir başarı sayılmalıdır. Yüzde 30 ‘modern’ bir kitle yaratmak büyük iştir. Kaldı ki kamuoyu yoklamaları çok daha geniş bir kesimin laikliği benimsediğini gösteriyor. Yüz sene önceki dönüşümün kesin başarısı veya başarısızlığı muhtemelen zamanla, “uzun sürede” görülecektir. Chou-en Lai 1970’te Fransız Devrimi hakkındaki bir soruya nasıl cevap vermişti –ki ABD’nin varlığını kastediyordu çünkü aşağı yukarı aynı tarihli olaylar: “Bir şey söylemek için çok erken”. Tarihe bakışı biraz uzun tutmak gerekiyor. Lakin umutlu olabiliriz. Plaggenborg’a dönelim: Yukarıda adı geçen liderlerin hiçbirisinin bugün bir karşılığı yoktur. Ortada ne Stalin, hatta Lenin, ne Mussolini ne Hitler var. Atatürk ise milletimizin gönlünde yaşıyor.