Trump ve sonrası
Geçen hafta olanları sistematik bir kalkışma olarak yorumlamak zor. Önce Seçiciler Kurulu’nı etkilemeye çalıştı ki bu gerçekten sistemin özüne aykırı bir davranıştı. Sistemin özüne aykırı çünkü ABD adı üzerinde Birleşik Devletler; bugün eyalet diyoruz ama aslında bunlar devlet sayılabilir. ABD’yi 13 koloni kurduğu ve daha sonra katılanlarla bunlar 50 eyalete dönüştüğü için seçimler böyle dolambaçlı biçimde yapılıyor. Kimsenin aklına Seçiciler Kurulu’nın eyaletlerde verilen oyların aksine davranacağı gelmediği gibi ABD genelinde verilen toplam oyların çoğunu alamayan adayın eyaletler arasındaki oy dağılımı nedeniyle delege çoğunluğunu kazanacağı da pek gelmemişti –ki 2016’da olan buydu. Her durumda başkentte olanların Trump tarafından teşvik edilmesi, sonradan geri adım atması ve savunma hattı kurmaya çalışması zaten mantıksız olan bu tuhaf girişimlerin saçmalığını da çaresizliğini de göz önüne serdi.
Kalıcı olan miras Trump’ın giderayak ABD’nin ne kadar kutuplaştığını bir kez daha göstermesi ve bölünmeyi son anda bile daha da derinleştirmeyi denemesidir. Yoksa olay teknik olarak patetik bir “Hillbilly Spring” ötesine geçmedi. Geçemezdi de çünkü açtığı bütün davaları kaybetmişti –sanırım 142 dava açtı- ve hiçbir mahkeme seçimlerde usulsüzlük yapıldığına dair bir kanıt görmedi.
Trump gerçekten ABD seçmenini/ halkını kalıcı biçimde böldü mü? Ya da o mu böldü? Siyasete çok geç biçimde dışarıdan gelmiş ve 20, hatta 10 sene önce başkan olacağı söylense kimsenin ciddiye almayacağı –kalıcı bir miras bırakamayacağı kanısında olduğum- Trump, seçmeni/halkı kutuplaştırma işinde çok ileri gittiyse de bölünmeyi/ kutuplaşmayı icat etmedi. Zaten var olan ve 2008 sonrası iyice açığa çıkan ayrımları ‘bölünme ruhunu’ güçlendirerek, altını fazla çizerek temsil etmeye soyundu. Ancak burada Trump’ı Avrupa’daki neo-Nazi eğilimli aşırı sağdan ayıran önemli bir nokta var. Sistematik bir ideolojisi yok. Geçmişe dönüp referans verebileceği eylem veya düşünce insanları da yok. İyi ki yok çünkü José Antonio Primo de Rivera, Robert Brasillach ve Pierre Drieu La Rochelle’den bahseden bir Amerikan sağı dünya için aşırı derecede ürkütücü olurdu. Bu olmadığı için Trump ABD’deki Cumhuriyetçi eyaletlerin sığ, yaygın –fakat çok inatçı- sağcılığını ve “muhafazakârlığını” –geniş bir yelpazeyi kapsayan nazik bir terim- temsil ediş biçiminin köşeliliği dışında bir ideolojik ve siyasal derinlik katamazdı. Katamadı da. İyi ki Trump taraftarları da çok sığ bir ideolojik örtüyle kaplılar.
Gelecekte hem kültürel hem ekonomik hem siyasal gelişmelere bağlı olarak çok sayıda “kırmızı” (Cumhuriyetçi) eyalet çıkabilir ve Demokratlar büyük ve zengin eyaletlerden oluşan bir “mavi duvara” sıkışabilirler; bu doğru. Ama bunu da Trump yaratmış değil. Nasıl peki? Tercihlerin çok az değiştiği bir ülkeden bahsediyoruz. Evet, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar zamanla pozisyon değiştirdiler ve mesela 1964 seçimlerinde Johnson kaymayı ya da ‘yer değişimini’ belirginleştirdi. California ve Oregon dâhil Kuzeydoğu eyaletleri (11 eyalet) kalıcı biçimde Demokratlara geçerken Orta Batı ve Güney’den 12 eyalet tersine Cumhuriyetçilere geçti. Ancak bunun nedeni bu eyaletlerde seçmenlerin göçmenler, siyahlar, kadınlar, sivil haklar, silah taşıma hakkı veya sağlık, eğitim, altyapı konularında farklı düşünmeye başlamaları değildi. Bunun nedeni Demokratların New Deal koalisyonunun sona erdiğini anlamaları ve siyasal ittifakları yeniden tanımlamak için Cumhuriyetçi eyaletlerin oyunu almak amacıyla 1960’ların sivil haklar dalgasına katılmalarıydı. Eskiden muhafazakâr olan Demokratlar eskiden Cumhuriyetçilerin savundukları liberal –ABD manasında liberal, yani sınıfsal sayılabilecek sol dâhil kültürel özgürlükçülük vb.- pozisyonlara kaydılar. Ancak bunu yaparken haliyle tabanlarını tümden sürükleyemediler. Böylece kaybettikleri oyları almak isteyen Cumhuriyetçiler bir önceki seçimde Demokratların temsil ettiği sağcı ve muhafazakâr taleplerin sözcülüğüne soyunarak eski Demokrat kalelerini, Güney eyaletlerini aldılar. Yer değiştirme oldu. Ancak eyaletler hatta kasabalar bazında tercih değişimi olmadı. Sadece ana hatlarıyla sabit kalan tercihleri temsil eden partiler yer değiştirdi. Nixon burada bir istisnadır ama bilindiği gibi skandala imza atarak görevi bırakmak zorunda kaldı. İlginç biçimde 1896 ile 2008 arasında esas itibariyle bir fark yok. Mesela 1896’da Mc-Kinley’i destekleyen eyaletler 2000’de Gore’u, 2008’de ve 2012’de Obama’yı desteklediler.
Elbette kriz o kadar derin ki şimdi işler daha karışık ve belki de 1960’lardan itibaren geriye itilen sınıfsallık bir biçimde siyasete geri gelecek. Sağlık, eğitim, altyapı sorunları birikmiş durumda. O kadar ki ABD 2000’lerde neo-con planına uyarak dışarıda müdahaleciliği artırırken içeride altyapı yatırımı bile yapamaz hale geldi. Salgın karşısındaki perişanlık hem Trump’ı götürdü hem de çöküntünün boyutunu gözler önüne serdi. Çin’in rekabeti, teknolojik ilerlemenin hızı, işgücü piyasasındaki olası radikal değişimler öne çıkarken olup bitenlere reaksiyoner bakan –göçmenleri ve diğer “ötekileri” suçlamaktan ibaret bir “white thrash” popülizmi ABD’yi sadece zayıflatacaktır.