Tek yol demokrasidir

Dr. Uğur TANDOĞAN
Dr. Uğur TANDOĞAN NOT DEFTERİ

Demokrat Parti deneyimi

Türk siyasi hayatında 1950 yılı önemli bir yıldır. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanmış ve 27 yıllık tek parti devrini kapatmıştır. Bu olay Türk demokrasisi için bir zafer niteliği taşır. Bu değişim, İkinci Dünya Savaşı’nda çekilen sıkıntıların hâlâ izini taşıyan ülke için bir sevinç kaynağı olmuştur. Bu yıl, bizim aile için de sevinçli bir yıl olmuştur. Çünkü ben dünyaya gelmişim (!). Bir de ilkokul öğretmeni babamın maaşına zam gelmiş. O zaman babam “ İyi ki bunun adını Uğur koymuşuz, bilmiş gibi” demiş.

Belki böyle bir yılda doğmamın etkisidir, siyaset her dönem ilgimi çekmiştir. Yaşamımda hatırlayabildiğim ilk siyasi mesaj radyodandır :“Muhalefet partilerinin tutumlarını benimsemeyerek Vatan Cephesi’ne iltihaklar devam ediyor.” Bu, radyodaki haber bültenlerinden önce okunan bir mesajdı. Arkasından uzun bir isim listesi okunurdu. Listeler, aynı soyadlı isim dizileri biçiminde sıralanırdı. Sanki ailelerin nüfus kütüklerindeki yediden yetmişe herkes bu “Vatan Cephesi”ne katılır gibiydi; olay traji komikti.  Hatta olayın komikliğini gören bir radyo spikeri, Jülide Gülizar,  kendini tutamamış, kıkırdamıştı. Ona ceza verip bir süre haber okutmamışlardı.

O zaman sekiz yaşında idim ve evdeki konuşmalardan anladığım kadarı ile biz muhaliftik. Çocuk aklımla bu “Vatan Cephesi” olayına takmıştım. Babama sormuştum “Onlar vatan cephesi ise, biz hangi vatanın cephesindeyiz?” Babam acı acı gülümseyip şöyle demişti :“Oğlum vatan tek; ama onlar ayırıyorlar” Gerçekten de mevcut iktidar ülkeyi camilerin, kahvelerin ayrıldığı ve nerdeyse mezarlıkların ayrılacağı bir kutuplaşmaya taşımıştı. Ve bunu yapmaya devam ediyordu. Devlet radyosu adeta bir parti borazanı haline gelmişti. Her haber bülteni de “Başvekil Adnan Menderes”, ya da “Reisicumhur Celal Bayar” haberleri ile açılıyordu.

Vatan Cephesi meselesi nereden çıkmıştı? Dönemin Başvekili Adnan Menderes 12 Ekim 1958’de Manisa’da yaptığı bir konuşmada, “kin ve husumet cephesi” olarak tanımladığı muhalefetin oluşturduğu Güç Birliği Cephesi’ne karşı bir Vatan Cephesi kurulması gerektiğini vurgulamıştı. Ve Vatan Cephesi kurulmuştu, kayıt üstündeki üye sayısı ise her geçen gün artıyordu. Çünkü Demokrat Parti’nin iktidar olduğu bu üçüncü devrede halka vereceği yeni bir mesaj yoktu. Becerebildiği, halkı ayrıştırmak ve tabanını güçlendirmek için muhalefeti düşman olarak hedefe koymaktı.İktidar partisinin milletvekilleri halka sürekli ne kadar başarılı olduklarını, ne kadar güzel bir ekonomik program yürütüldüğünü  anlatıyorlardı. Sorun, muhalefetteydi ve iktidarın başarısını değersizleştirme yarışındaydı. Peki gerçek bu muydu?

Demokrat Parti’nin birinci dönemi (1950-1954), şanslı bir dönemdir. Ülke,  İkinci Dünya Savaşı’na başarılı bir dış politika sayesinde girmemişti. Bu dönemde iyi dış ticaret ilişkileri geliştirilmişti. Bu nedenle iktidarın dış kaynaklı kredi bulması kolay olmuştu. İktidar partisinin devraldığı Merkez Bankası kasaları da altın ve döviz açısından zengindi. Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ve NATO’ya giriş, ülkenin dış dünyadaki itibarını artırmıştı. Tarım ürünlerimiz dış piyasada uygun fiyatlara alıcı buluyordu. Bütün bunlara ek Marshall yardımı ile gelen para ekonomik canlılığı artırmış ve halkın refah payını artırmıştı.

1954 seçimlerinden zaferle çıkan Demokrat Parti, oy oranını 1950 seçimlerine göre %52,7’den %56,6’ya çıkarmıştı. Ancak iktidar büyümeyi yönetemedi, ekonomik göstergeler kötüleşmeye başladı ve enflasyon yükseldi. Amerika’dan buğday ithal edilmeye başlandı. Bazı mallar karaborsaya düştü. Bu kez iktidar gerçekleri halktan gizlemek için haber ama özgürlüğüne el attı. Devlet radyosu partinin yayın organına dönüştürüldü, muhalefete hiç yer verilmemeğe başlandı. Gazeteler kapatıldı. Gazete kağıdı ithalatı izne bağlandı. Muhafefet eden gazetelere kağıt ithali izni verilmiyordu. (Sanırım devlet bankasından kredi verip basın ve yayın organı satın aldırılması modelini Demokrat Parti akıl edememişti). Ekonomide yaşanan darboğaz ve siyasal dalgalanmalar nedeniyle seçim bir yıl öne, 1957 yılına alınmıştı. Bu seçimden Demokrat Parti  %47,9 oranında oy alarak çıktı. Muhalefetten daha düşük olmasına karşılık yürürlükteki çoğunluk seçim sistemi nedeniyle, Demokrat Parti meclisteki 610 milletvekilin 424’ünü çıkarmıştı.

İktidarların, yönetemeyince hırçınlaştığına tanık oluruz. İşte 1957 seçimlerinden sonra ülkede işler daha da kötüye gitmeye başlamıştı. Dış borçlar ödenemez duruma gelince borç veren ülkelerin kurduğu konsorsiyum ile varılan anlaşma gereği istikrar tedbirleri yürürlüğe girmişti;  dolar kuru,  4 Ağustos 1958’de 2.80 liradan 9.02’ye çıktı. Bu dış ödemeler dengesini düzeltse de ekonomik durgunluk, zamlar, işsizlik ve iflâslar ülke yönetimini zora soktu. İktidar bunlarla baş edemeyince muhalefete baskıları artırdı. Başta CHP yayın organı Ulus gazetesi olmak üzere muhalif basında gazete kapatmaları gündeme geldi. Muhalefet Lideri İsmet İnönü’ye 1959’da Uşak, İzmir, İstanbul ve Ankara’da saldırılar oldu.

İktidar ve muhalefet çekişmesi 1960 yılına gelince iyice kızışmıştı.  Muhalefet Partisi Lideri İnönü’nün yurtiçi gezileri engelleniyor, gazeteler sansürleniyor ve gazeteciler tutuklanıyordu. Demokrat Parti’nin ilk yılında, 1950’de  %-4,3 olan yıllık enflasyon 1959 yılında %22,6 olmuştu.  Meclisteki çoğunluğuna dayanarak Demokrat Parti “Tahkikat Komisyonu” kurdu. Söz konusu komisyon gazete kapatmaktan tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahipti. Muhalefet Lideri İsmet İnönü mecliste yaptığı konuşmada demokratik rejimden baskıcı bir rejime gidilmekte olduğunu söyleyip uyarıda bulundu: “ Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam”.  Muhalefetin bütün çabalarına rağmen iktidar partisi oyları ile Tahkikat Komisyonu yasası meclisten geçti. Bunun üzerine 28-29 Nisan’da İstanbul ve Ankara’da öğrenci protestoları yaşandı. Polis kurşunu ile yaralananlar ve ölenler oldu. İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi. En sonunda 27 Mayıs 1960’da ordu idareye el koydu.

 

Bir yorum

Bu hafta size Demokrat Parti’nin kısa bir öyküsünü anlattım. Demokrat Parti’nin tarihinde her iktidarın çıkaracağı çok güzel dersler vardır. (Daha ayrıntılı bir bilgi için Turan Akıncı’nın Remzi Kitabevi yayınlarından çıkan “Demokrat Parti 1946-1960” kitabına başvurabilirsiniz).

Sözünü ettiğim eserin “İktidar Körlüğü” (Sayfa 343) bölümünde çok önemli saptamalara yer verilmektedir. Yazar, özetle şöyle diyor: “Muhalefet partileri seçimlere girmeden önce iktidar için ciddi hazırlık yaparlar… Genelde partilerin ilk dört yıllık yönetim süreçleri başarılı geçer hatta bu uygulamalar ile halktan daha fazla teveccüh görür ve ikinci seçimde oylarını artırırlar. Türkiye’de ikinci dört yıllık dönemde iktidarların çalışma temposu düşüyor zira seçim sonuçları partiyi rehavete sokuyor. Lider, parti içinde güçleniyor çünkü “Seçimleri kazanan benim iradem” sözü öne çıkıyor. En büyük sorun olarak plansız borçlanmalar başlıyor. Üçüncü seçime girilirken iktidar “Ülke sorunlarını sadece ben çözerim” havasına giriyor. Üçüncü dört yıllık dönemde iktidar tamamen zafer sarhoşluğuna giriyor. Parti lideri Allah’ın kendisini ülkeyi kurtarması için görevlendirdiğine inanmaya başlıyor. Yandaşlar ise lideri hata yapmaz ulvi yetenekleri olan bir kişi olarak tanımlıyorlar. Bu kadar alkıştan sonra lider,  etrafındaki kadrodan kopuyor. Liderin çevresinde ve kabinelerinde kendisine doğru yolu gösterecek veya eleştirecek kimse kalmıyor… Halkın vergileri ile yapılan yatırımları iktidar partisi kendine mal etmeye başlıyor”

Demokrat Parti’nin sonu kötü bitti, askeri darbe ile bitti. Devrin Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Başbakan Adnan Menderes asıldı. Askeri veya sivil, seçilmişlere her tür müdahale demokrasilere yakışmaz, olmamalıdır. Bu tür müdahaleler demokrasi tarihine kara lekeler olarak geçer. Ülkemizde demokrasi kültürü belli bir düzeye geldi. Demokratik düzene yapılacak her tür müdahaleye tepki gösterecek belli bir bilinç oluştu. Son olarak,  bu bilinçle ilgili bir anıyı aktaracağım.

Yıl 1986. Sabancı Holding’te çalışıyordum, eğitim işlerinden sorumlu idim. Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Orhan Oğuz, Sakıp Sabancı’yı ziyarete gelmişti. Profesör Oğuz, Marmara Üniversitesi için bir istekte bulunmak için gelmişti; Sakıp Ağa’yı ikna etmiş, istediği bağışı almıştı. Esas iş sona ermiş genel sohbet havasına girilmişti. Profesör Oğuz, Anadolu Üniversitesi’nin temeli olan Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nin kurucusu idi. Bize bir anısını anlattı: “Adnan Menderes ihtilal öncesi son mitingini Eskişehir’de yapmıştı.  Miting alanı hınca hınç doluydu. 27 Mayıs sabaha karşı ihtilal olunca Menderes kaçarken Kütahya yolunda yakalanıp Eskişehir’e getirilmişti. Bir gün önce miting yapılan alandan bir askeri cemseye bindirilişine tanık oldum. O bir gün öncesi kükreyen Adnan Menderes’in yerine boynu bükük birisi vardı. Ve alan bomboştu, onu bir gün önce alkışlayan halktan kimse yoktu. Eğer bir gün önceki halkın onda biri oraya gelse ve başvekillerini cemseye bindirenlere sadece baksalardı, kimse Adnan Menderes’i asamazdı” demişti.

Demokrasilerde halkın rolü sadece dört ya da beş yılda bir sandık başına gidip oy vermek değildir. Demokrasinin ayakta kalması için seçmenin verdiği oya, kendisini temsil için seçtiği kişilere ve de demokrasinin ilkelerine sahip çıkması gerekir. Son yaşadığımız olaylar bunun göstergesidir.  Çünkü ülkelerin refahı ve milletlerin huzuruna giden tek yol demokrasiden geçer.

 

Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?
Yorum yapmak için tıklayınız
Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Nasıl bir yıl olmasın? 31 Aralık 2024