Sular buharlaşıyor…
Gazze şeridini elinde bulunduran Hamas’ın başlattığı ve “Aksa Tufanı” adını koyduğu saldırı Orta Doğu dengelerini yeniden biçimleyecek etkiler doğurmaya gebe. “Sular ısınıyor” uluslararası ilişkilerde böylesi durumları anlatmakta kullanımı klişeleşmiş bir ifadedir. Bu defa sanıyorum uygun söz bu değil. Vaziyet daha ziyade “sular buharlaşıyor” vurgusunu hak eder nitelikte…
Bu satırları kaleme aldığımda İsrail tarafında yaralı sayısı 2.200’ü geçmişti, ölü sayısıysa 800. Aralarında bebekleri ve çocuklarıyla birlikte kaçırılan annelerin de bulunduğu rehine sayısıysa, Hamas’ın kendi açıklamasına göre, 130. İsrail demografisi ve coğrafyası bakımından küçük ölçekli bir ülke. Resmi nüfusu 9,5 milyon kişi. Bunların yaklaşık 7 milyonu Yahudi. Her ne kadar bizde Yahudilerin tüm Orta Doğu’yu, Nil’den Fırat’a kadar, kontrol edecek biçimde Büyük İsrail’i gerçekleştirmek stratejisiyle hareket ettiğine inanan bir grup komplo bağımlısı bulunuyorsa da dünyamızda yaşayan toplam Yahudi nüfusu hepi topu 16 milyon. Bu dünya nüfusunun binde ikisine ancak karşılık geliyor. Anlayacağımız, “Büyük İsrail” hayaline inananlar veya kabusundan çekinenler varsa, önce önlerine kâğıdı kalemi alıp bu kadar insanla bu ebatta toprağın nasıl kontrol edilebileceğini matematik olarak, bilim-kurgu senaryosuna kaçmadan, hepimize bir açıklasalar iyi olacak.
Öte yandan bu sayılar, olan bitenin neden İsrail’in 11 Eylül’ü olarak nitelendiğinin de anlaşılması bakımından önemli. Olayın büyüklüğünü anlatmak bakımından, bir oranlama yaparsak manzara şöyle: Toplam ölü ve kayıp sayısının, muhtemelen, nihayetinde 1.000’i aşacağını düşünebiliriz. Bu kayıp miktarının İsrail’in Yahudi nüfusuna oranını ABD nüfusuna yansıtırsak, yaklaşık 45.000 kişinin ölümü manasına gelir. Maazallah kaydıyla, aynı oranlamayı Türkiye ile yaparsak, yaklaşık 11.000 vatandaşımızın kaybı anlamı çıkacaktır. Ardından Afganistan ve Irak savaşlarının patlamasına neden olan 11 Eylül saldırılarının sonucunda 2.977 Amerikan vatandaşı ölmüştü!
Kanaatimce, acılar kesinlikle başkalarının daha büyük acılarında yıkanıp soğumaz. Acı çekmenin hiçbir surette acı çektirmeyi aklamayacağına inanıyorum. Bu karşılaştırmaları yapmamın nedeni, meselenin büyüklüğüne ilişkin bir fikir vermek. Daha önemlisi, bundan sonrasının maalesef daha büyük çatışma ve kayıplara gebe olması ihtimalinin yüksekliğine vurgu yapmak. Şiddet yoluyla güvenlik tehdidi altında bırakılmış devletler yine şiddet yoluyla karşılık verirler. Dahası toplumlar devletlerinden bunu talep de eder. Hamas ve İsrail’in içerisinde bulunduğu sarmal tam da budur. Mevcut şartlarda bunun kırılması yeterince güçtü. Bugün artık bu güçlük katlanmış durumda. Bu olayın önemli bölgesel sonuçları olacaktır. Ayrıca, çatışmanın bölgeselleşmesi ciddiye alınması gereken bir ihtimaldir. İsrail, ağır bir travmanın neticesinde bu bölgeye göçen insanların kurduğu ve bu göçün Filistin tarafında yarattığı karşı-travmayı da kendi acılarının pınarında boğarak sağırlaşmayı tercih etmiş bir ülke. Vereceği karşılığın çok sert olacağı açık. Bence Hamas’ın ve hamisi olduğu anlaşılan İran’ın da istediği ve güvendiği bu.
Filistin meselesinin hukuki boyutunun tartışılacak pek bir yanı yok. İsrail’in Batı Şeria’da ve Gazze’de izlediği siyaset uluslararası toplumun büyük bölümünün gözünde meşru değil. Ancak, hal böyleyken anneleri çoluk çocuğuyla birlikte kaçırmak, sivillerin üzerine gelişigüzel ateş etmek, ölülerin naaşlarını ganimet gibi sergilemek, esirlere işkence yapmak, kadınlara tecavüz edip öldürmek dünyanın en haklı davasını dahi kirletir. Meşruiyetini tüketir. Bugün Hamas’ın yaptığı budur ve Filistin davasına onarılamaz yaralar vermekte, dahası Gazze’de yaşayanların hayatlarını tarumar edecek gelişmeleri doğurmakta.
Türkiye’nin konumuna gelince…
Genel olarak Arap – İsrail, özelindeyse İsrail – Filistin meselesi tarihi derinliği bulunan, psikopolitiği bakımdan zor ve karmaşık bir meseledir. Orta Doğu’da ve dünyada birilerinin hedefi olmadan bu konuya ilişkin konuşmak zordur. Entelektüeller ve kimi uzmanlar dahil herkes bu sorunlara kendi meşrebinin, siyasi tercih ve sempatilerinin gözünden bakmaktadır. Bu bildiğimiz ve alışık olduğumuz bir gerçek. Ancak, uzmanlar ve akademisyenler gerçekten isabetli bir tahlil yapmak; meselenin yönetilebilirliğine ve çözümüne katkıda bulunmak, en önemlisi de daha büyük acıların ortaya çıkmasına engel olmak noktasında bu şekilde davranmamalılar. Devletlerin dış politikalarını yürütenler açısından bu daha da kuvvetli olarak böyledir. Hatta diyebilirim ki ilk grup, akademisyenler, entelektüeller, gazeteciler vs., açısından bir gereklilik olan bu tutum karar alıcılardan oluşan ikinci grup için zaruri bir mükellefiyettir.
Türkiye bu aşamaya kadar itidalli duruşunu sürdürüyor. Bence, Ankara doğru bir jeopolitik okuma yapıyor. Gelişmeler karşısında Türkiye olaylara kendi âlî menfaatlerinin penceresinden bakmalı, taraflara eşit mesafede durmalı, taraflarla diyalog kapısını açık tutmalı ve nihayet mecbur olmadıkça, tırmanma sonucu ortaya çıkabilecek, sıcak bir çatışmanın zinhar tarafı olmamalı. Zira, dünyanın bu konuda, belki de nihayetinde arabuluculuğa varabilecek, kolaylaştırıcı rol oynayacak bir aktöre ihtiyacı var. Bunu yapabilmenin, böylelikle hem Filistin hem de İsrail halkına yardımcı olabilmenin ön koşuluysa her iki tarafla da konuşabilir olmak. Esasen, yakın geçmişte Türkiye’nin aksine davrandığı dönemler oldu. Bunun ne Türkiye’nin çıkarlarına ne de sorunların taraflarına bir faydası olmadı. Bugün de bu durum farklı değil. Ancak, Türkiye’nin hem konumu, öyle görüyor ki, hem de konumlanması farklı. Suudi Arabistan süreçlere uzak duracak, diğer Arap ülkeleri bu konuda kendilerini ön plana çıkarmak istemeyecektir. ABD Aralık 2017’de Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul etme kararından bu yana, en azından Filistinliler başta Arap kamuoyları bakımından, bu rolü oynayabilir değil. Süreçte varlığı ve garantörlüğü şart olan bu ülke bu rolde inandırıcı olamaz. Avrupa’nın Orta Doğu siyasetindeki ağırlığı, maliyet korkusu, tarihi ve dış politika hantallığı bu rolü oynamasına müsait değil. Çin, Rusya bu noktada ancak yardımcı roller alabilirlerdi ki zaten uluslararası konjonktür ve koşullar buna uygun değil. İran’ın bu denklemde adının dahi geçemeyeceğiyse izahtan varestedir. Bu bakımdan Türkiye’nin önünde tarihi bir fırsat bulunuyor. İktidarın bunun farkında olduğunu ve buna göre pozisyonlandığını görüyorum.
Sonucun ne olacağını göreceğiz.
Öte yandan muhalefetse bu konuda söylemini iki aks üzerinden yürütüyor. Bunların ilki Filistin’in “haklı davası” bağlamında yapılan değerlendirmeleri içeriyor. Burada kimi muhalefet partilerinin ve bunların lider kadrolarının sahip oldukları ideoloji, inanç, romantizm ve refleks elbette etkili. Ancak bunun kadar etkili bir başka unsur da, eğer iktidar bu kriz karşısında itidalli yaklaşımını sürdürürse, AK Parti’nin çekirdek seçmeniyle bir ayrışma yaşayabileceği değerlendirmesi. Özellikle AK Parti’nin çekirdek seçmenine hitap etmek isteyen partilerin siyaseten buradan bir fayda sağlamaya yönelik davrandığı söylenebilir. İkinci aks, tonu itibariyle ilkini andırsa da, daha pragmatik. İktidarın dış politikada izlediği slalom politikasını öne çıkarmaya yönelik hamlelerle yürüyor. Bu vasıtayla iktidarın virajlı, dönüşlü zikzaklı dış politikasındaki tutarsızlıkları ortaya koymayı, hatta bunları ilkesizlikle mahkûm etmeyi, hedefliyor.
Her iki yaklaşımın mantığı da anlaşılır nitelikte. Ancak, bence ikisi de siyaseten netice getirmez. Bunun çeşitli sebepleri sayılabilir. İlkin, bugüne dek iktidarın bu tür dış politika manevralarını seçmene anlatmakta zorlandığına hiç şahit olmadık. Bunun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında kredibilite sahibi bir sözcüsü ve basında hakim bir kitleye erişim kudreti var. İkincisi, iktidarın “ümmet dayanışması” noktasında hassasiyeti yüksek olan seçmen kitlesinin bir bölümü dahi göçmen meselesinin sosyo-ekonomik ağırlığı nedeniyle bu konularda kısmen yorgun ve isteksiz. AK Parti’nin siyasi süreçlerine katılımı daha aktif olanlar açısından bu isteksizlik daha da kuvvetli. Önceden, bu noktalarda hızla mobilize olan; hatta “bir mesele çıksa da sahip çıkıp, kimliğimizi, farklılığımız, mücadelemizi, duruşumuzu, yerimizi ortaya koysak” diyenler bile cari şartlarda “olmasaydı daha iyiydi” havasında. Özellikle de yükselen göçmen karşıtlığının yarattığı oy kaymasının tecrübe edilmesinden bu yana tutum bu. Hâkim yaklaşım Yaprak Dökümü dizisinin Hayriye Hanımı misali: “Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın”. Nihayet, bir başka gerçek de iktidar seçmeninin de aynı iktidarın kendisi gibi deneyim kazanmış olması. Bu kitle uluslararası politikada manevra yapılmasına, tam tur dönülmesine vs. alıştı. Hatta bunu bir üslup, zaruret ve maharet olarak algıladığı söylenebilir. Suriye ve göçmen meselesi gibi doğrudan maliyetini yaşamadığı konularda bu iyice böyle.
Sırf iktidarın konumlamasına ve varsayılan zaaflarına odaklanılarak yürütülen; büyük ölçüde retoriğe, sloganlara ve jestlere yaslanan, bu yaklaşımın seçmende bir karşılık üreteceğine inanmadığımı söyleyeyim. Beklenen karşılığı elde etmek için özgün bir siyasi yaklaşım üretmek, konuları siyasallaştırmayı doğru biçimde becermek gerekir. Bu yol o yol değil. Ayrıca, eğer muhalefette iktidarın “dış mihraklar” vurgulu “işbirlikçilik” suçlamalarının yarattığı baskıdan bu surette kurtulabileceği zannı mevcutsa, bu yöntemle bunun da kolay olmadığını söyleyeyim. Üstelik, bu yaklaşımın bir de maliyeti var. Zira muhalefetin uluslararası kredibilitesi, meseleleri yönetebilme becerisi, gündeme hakimiyeti ve dışarıda muhatap olarak ciddiyeti üzerinde de bir soru işareti yaratma riski taşıyor. Özünde muhatapları indinde fazlaca bir birikmiş sermayesi zaten bulunmayan bir alanda bu muhalefet için olumlu bir gelişme sayılmaz.