Stoka değil, akıma bakmak daha doğru

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM

Geçen yazımda da biraz vurgulamaya çalıştım. Ekonomik gidişat hakkında “kötümser” olabiliriz. Ancak salt “stok” verilerine bakarak kötümserliğe kapılmışsak, çok da doğru bir analiz yapmış sayılmayız. Bu bağlamda Türkiye’ye geçmeden önce son dönemde ABD’de yeniden gündeme getirilen milli borç konusuna değinmek isterim. Özellikle yeni dönemde Yellen-Powell ikilisinin ABD’de ekonominin başında olması ve Senato’da Demokratların çoğunluğu ele geçirmesiyle Biden’ın genişlemeci maliye politikaları konusunda elinin rahatlamış olduğu söylenebilir. Tabii, bu durum karşısında özellikle Cumhuriyetçi çevrelerin ABD’nin milli borç stoğunun düzeyini gündeme getirmeleri hiç de şaşırtıcı değil. Yellen’in Hazinenin başına atanması ile ilgili salı günkü meclis komisyonu oturumunda bu konuya atıfta bulunan vekiller de oldu.

ABD’nin bugün itibarıyle “milli” borcu 27.7 trilyon dolarla GSYH’sının yüzde 107’si civarında. Bu borç “Cumhuriyetçi” Trump 4 sene önce iktidara geldiğinde 20 trilyon civarındaydı. (Tarihte de hep böyle olmuş. Cumhuriyetçiler muhalefetteyken iktidarı bütçe açıkları nedeniyle eleştirirken, kendileri iktidara geldiklerinde açıkları ve dolayısıyla da milli borcu misliyle artırmışlar.) Öte yandan, 2020’de pandemi sürecindeki 4.5 trilyon dolarlık artış için denecek fazla bir şey de yok. Hangi iktidar olsaydı ekonomiyi desteklemek için böyle bir artışa giderdi. Mesele, bugünden sonra ABD’nin bu borcu artırmaya devam edip etmeyeceği.

Biden iktidarının yardım programını 2 trilyon dolara yükselteceği kesin. Bunun dışında bazı ek paketler de zaman içinde açıklanacaktır. Böylece, zaten yüksek olan kamu borcu seviyesi daha da artmış olacak. Ancak bu durum çoğu ekonomisti endişelendirmiyor çünkü yapılacak bu harcamaların ekonomide yaratılacak canlanma ile birlikte artan vergi gelirleri kanalıyla bir süre sonra büyük ölçüde geri döneceğini biliyorlar. Ayrıca, tahvil faizlerinin ve de hazinenin faiz giderlerinin milli gelire oranının 2. Dünya Savaşı’ndan beri en düşük seviyelerde olması genişlemeci bir politikaya destek verir nitelikte. (Bu sayede enflasyon da eğer hedeflenen %2 seviyelerine tırmanırsa, borç stoğunun reel değeri de gerilemiş olacak.) Kısaca çok hızlı bir yükseliş göstemiş olsa da ve mutlak düzeyi de çok yüksek ise de, şu aşamada kimse borç “stok”una takılmıyor.

Türkiye’nin ise özellikle yabancı para cinsinden borç stoğunu göz ardı edebilecek bir lüksü yok. Nihayetinde, Türkiye dolar basmıyor. Ancak son dönemlerde yurtiçi yatırımcılara da döviz tahvili ihraç edilmesi ile birlikte Hazine’nin YP yükümlülükleri hızlı bir artış göstermiş vaziyette. 2019 sonunda toplam merkezi yönetim borç stoğunun yüzde 49’u döviz cinsiyken, 11 ay gibi kısa bir sürede bu oran yüzde 58’e çıkmış. Bu durumun yeni Hazine ve MB yöneticileri tarafından bir risk unsuru olarak görülmesi, ve bundan sonra bu tip ihraçların yapılmayacak olması doğru bir yaklaşım.

Tabii, Türkiye konusundaki diğer bir endişe konusu da bu sefer de “stoğu fazlasıyla düşük olan” bir değer: Merkez Bankası’nın döviz rezervleri. Gerçekten de özellikle geçen yıl 130 milyar dolar tezgah altı satışların da sonucunda rezervler kritik bir noktaya geriledi. Hesaplaması konusunda çeşitli tartışmalar olsa da, genelde dünyada kabul görmüş brüt rezervler üzerinden yapılan hesaplamaya göre döviz rezervleri 13 Kasımda 82.3 milyar dolara kadar gerilemişti. Ancak para politikasında atılan doğru adımlar sayesinde 8 Ocak itibarıyle rezervler 92.5 milyar dolara çıkmış durumda. Tabii ki, hala yetersiz, ama en azından istikamet doğru yolda.

Sonuç olarak “stok” durumu gözümüzü korkutabilir. Ancak doğru uygulamalar yaparak, iç ve dış yatırımcıların güvenini yeniden tesis ederek, bir anlamda açılmış olan devreleri geri bağlayarak durmuş olan “akımlar” tekrar harekete geçirilebilir. Gerçekçi bir para politikasına geri dönüş bunun ilk adımıydı, nitekim etkisi de görüldü. Ancak, bundan sonra diğer güven sağlayıcı adımların da atılması gerekiyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar