Sol ve inanç
Wladimir Andreff’in “o kadar sosyalizm nereye gitti?” sorusunu sormasından beri neredeyse 40 yıl geçti. Sol en etkili ve etkileyici sürümüyle 100 sene kadar varlık gösterdikten sonra 1980’den itibaren çözülmekle ve sonrasında buharlaşmakla kalmadı, sosyal demokrasinin de varlık nedenlerinden birisini ortadan kaldırdı. Öncesinde çeşitli dönemlerde Fransızların durmuş fikirler dediği konuma sürüklenmiş, bir araştırma programı olarak dejenere olmuş, tıkanmıştı. Bu ayrı; SSCB tipi toplumların yarattığı teorik problemler de ayrı. Politik, sendikal, siyasal olarak bakarsak ve yine Fransızların adlandırdığı türden fikirler tarihine iz düşersek belki de ‘radikal Spiritual Franciscans çökünce ılımlı kanat olan ana akım Franciscans da etkisini yitirdi’ diyebiliriz. Batı Avrupa’da olanın bir bölümü budur. Gerçi sosyal demokratlar Almanya’da son seçimi kıl payı da olsa kazandılar ama son 15 yılda ortadan kalkmış gibi duruyorlardı. Evet, nereye gitti “bu kadar sol”?
Büyük Devrim: İhtilal-i Kebir. Fransız Devrimi buydu. Bolşevik Devrimi’ne kadar devrimlerin temel örneği Fransız Devrimiydi. Amerikan Devrimi de çok önemlidir ama yakın zamana kadar temel örnekler arasında görülmemiştir. Fransız Devrimi kendi zamanında değil ama 1820’lerden itibaren bir burjuva devrimi olarak kodlanmıştır. Baş sloganının Liberté-Egalité-Fraternité –Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik- olduğu biliniyor. Ne demekti bunlar? Bu sloganı Libertas-Iustitia-Concordia olarak yeniden yazabiliriz. Kelimesi kelimesine Fraternitas yazmamız gerekir ama Concordia ve Fraternitas el ele gider. Concordia uyum, harmoni demektir. Kardeşlik ve harmoni –Fraternitas ve Concordia- ikizdir. Eşitlik ise adalet anlamındadır; Iustitia. Adalet, yasa veya hak anlamında ius değildir. Iustitia yukarıdadır; ius’u yapan, yasaların dayandığı temel ve aşkın olabilen prensiptir. Hem anayasayı bile aşan, anayasa yapan “yüksek hukuk” anlamındadır hem de çeşitli anlamlarda adalettir. Eşitlik veya “hakkaniyet olarak adalet” gibi –justice as fairness. Dört Pagan erdem arasında –Tedbirlilik, Ölçülülük, Adalet, Cesaret- adaleti ilk sıraya koymak modern zamanlar açısından solun başladığı noktadır. Ama Iustitia hukukun/egemenliğin başladığı yer de olabilir. Hatırlayalım: Kral, Pater et filius Iustitiae –Adaletin babası ve oğlu- olabiliyordu. Solun iddiası Pax, Libertas ve Concordia’nın Iustitia’yı takip edeceğine dair bir iddiadır. Aynı zamanda bir siyasal teoloji tezidir. Bu teze göre barış/özgürlük/kardeşlik adaleti (eşitliği) takip eder. Demek ki sol, hele hele sosyalizm, aynı zamanda derin biçimde dinsel bir ideolojidir. Erdemler silsilesinde adaleti öne çıkarır hatta bazı sürümlerinde sadece ona dayanır. Önce herhangi bir şekilde tanımlanan adalet yerine gelecek sonra sıra diğer erdemlere gelecektir.
Franciscan doktrininin dokunamadığı bir sol olmuş mudur? Marsilio da Padova’nın Paris’te Franciscan tarikatının radikal kanadı olan ‘Spiritual Franciscans’ ile tanıştığı, Roma veya Venedik’te papalık curia’sının yoz ve çökmekte olan halini gözlemlediği ve bundan sonra kiliseden yüz çevirdiği düşünülüyor. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanı –ve ona sadık kalmayan meşhur film- 1327’de başlar. Ve içinde inanılmaz bir laf geçer: «Poenitentiam agite» veya «Penitenziagite». Sapkınlığın doruğunu simgeleyen bu kelime ne demektir? ‘Tövbe et, günahının kefaretini öde’ (do penance) çünkü sen aşırı servet biriktirdin (kenz). Mesela meşhur Olivi, Franciscan tarikatının içindeki tartışmaya da taraf olmuş, üstelik apostolic poverty –Hz. İsa’nın havarilerinin fakir olduğu iddiası- konusunda tarikatın hem bireysel hem de kolektif mülkü olamayacağı tezini yetersiz bularak dünya malının kullanılmasında da –usus pauper- temkinli olunmasını savunmuştu. Yani gerçek Hristiyan kişisel olarak da tüzel kişi şeklinde de zenginlik biriktirmemeliydi.
Buradan devam edelim. 14. Yüzyıl başında kavga sertleşmişti. Entelektüel teolojinin dönemi bitiyordu. Baba ve Oğul geride kalırken, tarih artık Kutsal Ruh aşamasına geçiyordu. 1326’da mahkûm edilen tezlerin özü buydu. Bu tezler elbette Olivi’nin “Joachimism” ile suçlanmasına yol açan tezlerdi çünkü tezlerin asıl sahibi Joachim de Flore – Gioacchino da Fiore- idi. Gerçi Thaddeus Manteuffel (1964) Olivi’nin apokaliptik yorumlarının doğrudan suçlanmasına izin vermeyecek kadar genel tarzda formüle edilmiş olduğunu bildirir. Ancak “Spiritual Franciscans” tartışması ilerledikçe ve bu genel yorumlar aşırı tarikatlar tarafından –örneğin kiliseyi “Babil fahişesi” ve papa Johannus XXII’yi anti-papa ilan eden Languedoc « Béguins » “sapkınlığı”- kullanılmaya başlanınca sorunun büyüdüğünü ekler. 14. Yüzyılın ilk 40 senesinde ılımlılar dahi kilisenin kutsal kitaplara pek de uymayan yobazlığından, herkesi tehdit etmesinden kurtulamayacaktır. Okumakta ve öğrenmekte, ilahiyat eğitiminde geç kalmış ancak buna rağmen Ockham’la bile polemiğe girecek kadar cüretkâr papa Johannus XXII ciddi bir problem oluşturmuştur.
Arrigo Solmi (1922)’ye göre Dante şöyle düşündü. Tüm toplumsal biçimler, tüm yönetimler doğal olarak insan yapımıdır ve Aristo düşüncesinde –ondan daha az olmayarak Hristiyanlık doktrininde de- insanın yozlaştırılabilir olmasının etkisini taşırlar. Bu kurumlar insanın günahları tarafından kolayca ele geçirilebilirler. O günahlar ki en başta «cupiditas» (cupidigia) gelir, insanlığı adaletsizliğe ve yıkıma götürür. Cupiditas burada “zenginleşme arzusu, para hırsı” anlamına gelmektedir. Aristo, adil ve güçlü bir yönetimin, bireysel erdemler sayesinde ve akla dayanarak, şiddeti ve diğer keyfilikleri önleyebileceğini ve insanları adaletin taviz vermez yörüngesinde tutabileceğini düşünmüştü. Ancak Dante’ye göre filozofların filozofu olan Aristo’nun çözümü bile eksik ve ‘ideolojik’ idi çünkü Aristo ne Roma İmparatorluğu dönemini görmüştü ne de Hristiyanlıktan haberdardı. Unutmayalım ki 14. Yüzyıl İtalyan entelektüelinin gözüyle görüldüğünde imparatorun papaya üstünlüğü savunulabilirdi. Hatta kilisenin –Marsilio da Padova’da olduğu gibi tam bir “minor” olduğu, asıl yetki kaynağının halk olduğu –aforoz tehdidi altında- dahi iddia edilebilirdi. «Vox populi vox Dei». Ancak “hakikatin” insanlığa Hristiyanlıkla ulaştırıldığı tezi reddedilemezdi. Hatta Dante için de kilisenin dışında bir kurtuluş söz konusu değildi: «Extra Ecclesiam nulla salus». Veya «Salus extra ecclesiam non est». «Extra Christum nulla salus» tezi için Luther’i beklemek gerekecekti ki Luther’in Eski Ahit okumasına burada girmeyeceğiz. Luther’e göre elbette kilisenin –Katolik kilisesinin- dışında kurtuluş mümkündü ama Hz. İsa’ya inanmadan olanaksızdı. Yani (Katolik) kilise(si) artık inancı temsil etmiyordu –ki Protestanlık bu nedenle çıktı.
Geçerken, “Hz. İsa’nın –öğretisinin ama bu konu sanılabileceği kadar net değil- dışında kurtuluş yoktur” tezini formüle etmesine rağmen Luther’in ne Paganları tamamen dışladığını ne de bugünkü anlamda plüralist bir teoloji savunduğunu söyleyebiliriz. Kavramsal anlamda, çok daha önce 14. Yüzyılın başındaki tarihi bir kırılma anında Dante devreye girmiş ve akılla imanı değişik bir tarzda uzlaştırmayı amaçlayan –Tommaso d’Aquino’dan birkaç adım daha ileride konumlanan- merkezinde “evrensel monarkın” bulunduğu özgün bir siyasal teoloji üretmeyi denemişti. Bu siyasal teolojinin sosyalist ve Marksist akımlarda olduğu gibi ütopik –biraz da mistik- bir yanının bulunduğunu söyleyen Solmi, yine de tıpkı sosyalizmde olduğu gibi Dante’de de önemli olanın insanın düşüncesine katkı olduğunu ve Dante’nin fikirlerinin modern hayatta içsel bir değer taşıdığını belirtiyor. Solmi’nin St. Augustinus’u da bu kategoriye soktuğunu eklemek lazım.
Buradan Hobbes’a bir adım vardır: «Extra civitatem nulla securitas». Yani devletin dışındaki her şey bir “doğal durumdur” ve devletin dışında güvenlik olmaz. Buradan hareketle de derhal Carl Schmitt’ ulaşıyoruz çünkü Schmitt zeen kendisi u bağlantıyı kurmuştur. Schmitt’e göre Mortall God kendisiyle toplum sözleşmesi yaptığı varsayılan partnerlerin hepsine aşkındır (transcendent) ve onların iradelerinin toplamından fazla bir şeydir. Schmitt Leviathan’ın magnus homo olduğunu da ilave eder. Dante’nin (imparatora atfettiği özellik) optimus homo’su –insan-ı kâmil- artık magnus homo olarak Leviathan’da yani anonim devlette aranmaktadır. Dante ile Hobbes arasındaki 350 yılda kişiye (imparator) dayalı devlet fikri yok olmuş yerine kavram olarak “soyut” devlet aranmış, bulunmuş ve teorikleştirilmiştir. Sosyal demokrasinin solundaki solun «Poenitentiam agite» mirasının unutulması ve kontraktaryen, pazarlıkçı, uzlaşmacı özelliğinin öne çıkması için biraz daha zaman geçecekti.
İyi midir kötü müdür bilinmez ama son 40 senede olan belki de budur. Solun kimlik değiştirmesi adalet erdemine atfedilen önemin azalması, bunun yerine prosedüre dayalı bir sosyal kontrat anlayışının geçmesidir. Kimlikler, cinsel haklar, bireysel haklar, göçmen sorunları… Öyle ya da böyle solun ideolojik ve kültürel gidişatı 20. Yüzyılın ilk yarısından da ikinci yarısından da köklü bir kopuşa, gevşek ama evrensel bir konsensüs arayışına işaret ediyor; bir intikam arayışına veya mutlak adalet talebine değil. Küresel anlamda sol artık asgari insan hakları üzerinde mutabakat sağlamayı amaçlayan bir tür dernekçiliktir. Bu durumda solun geleneksel değerlerini olsa olsa alicenaplık temsil eder hale geliyor; buna –dört temel erdemin dışında ama “merdivene” dâhil- “charity” diyebiliriz. Hatta Almanya’da Die Linke bunu bile tam yapamıyor: Bakınız Sahra Wagenknecht. Erdemler silsilesinde ön sıraya adalet –ve cesaret- yerine temkinlilik –ve metanet- mi geçiyor? Solda olan bu mudur? Solun son 40 yılda küresel ölçekte yaşadıkları tam bir çözülüş müdür yoksa tam boy bir kabuk değiştirme midir? Erdemler arasında bir kayma, vurgunun başka yere konulması mıdır yoksa kimliğin tümden yitirilmesi midir? Son 800 yılda her dönemde mutlaka bir “sol” olduğuna göre yeni dönemdeki, eskisinden artık tamamen kopacağa benzeyen “sol” neye dayanacaktır?