Siyasi karizma
Gündelik dilde karizmatik lider kalabalıkları mıknatıs gibi kendisine çeken ve onları sürekli heyecanlandıran, hitabeti güçlü bir kişidir. Ancak şu da var: Söylemi tarihi olarak birbiriyle uzlaşmaz görünen grupları siyasal ittifaka götürebilir. Böyle birisi demagog olarak da görülebilir ve varlığı demokrasi için bir tehdit olabilir. En azından “olgun Weber” böyle düşünmüştü. Bu klasik tanıma siyasi karizmanın irrasyonel bir yanı olduğu tezini ekleyebiliriz. “Genç Weber’in” durduğu yerden bakarsak geleneksel yasal-rasyonel yönetim biçimlerinden ayrılan siyasi güç otomatik olarak karizmatik sayılabilir. Karizmaya “olağanüstü”, “istisnai” (istisna durumu: Carl Schmitt) gibi sıfatları yakıştırabilir miyiz? Sonuçta karizma terimi teolojik kökene sahiptir ve kökeni itibariyle ilahi olarak iletilmiş ruhani bir hediye, büyüleyici özellik anlamına gelir.
Ancak “karizma” siyaset biliminde bazen Sezarizm denilen olguyla da akrabadır. Bu noktada Takis Pappas’ın Rivista italiana di scienza politica’daki (Aralık 2012) makalesine yönelebiliriz. Olağanüstü veya karizmatik lider yasal-rasyonel otoriteyi takip etmez; bir anlamda kural tanımaz. Son derece kişisel biçimde yönetir ve radikal amaçları vardır. Bizzat varlığı gücün kendisi haline gelir. Tudor kuramındaki ayrımla görev/ofis/”siyasal vücut” (body politic) ve kişi olarak (body natural) ayrım yapmak mümkün değildir: Birey ve fonksiyon aynıdır. Karizmatik lider bir kitle partisini mutlak ve kişisel bir otoriteyle yönetir. Güçlü bir duygusal etki yaratır ve çekim gücü bir elektro-manyetik alan gibidir. Aura sosyal ayrışmalara da sosyal birleşmelere de yol açabilir. Ayrıca parti/kitleler ile ilişkisi bir delegasyon ve amaç ilişkisidir. Kitleler karizmatik lidere iradelerini teslim ederler. Tartışma ve danışma özellikleri yok gibidir: Doğrudan karar verir. Siyasi karizma ideolojik ve politik misyona odaklıdır.
Böyle bir lider reformist değildir. Kurumları yenilemek ve canlandırmaktan çok onları kökünden değiştirmeye yöneliktir. Bir lidere “karizmatik” diyorsanız zorunlu olarak bir “büyük anlatıdan” etkilendiğini, ona dayanarak ütopya veya distopya yaydığını ve sistemik değişime odaklandığını söylemeniz gerekir. Liderin iyi bir hatip veya etkili bir yazar/propagandacı olup olmaması önemli değildir. Belki kitle önünde hiç konuşamamaktadır ama yine de karizmatik olabilir. Gündelik dildeki karizma çağrışımı yukarıda belirtilen asıl önemli noktaları gözden kaçırmaktadır.
Bu noktada yukarıda özetlediğim, esas olarak Pappas’a ve Max Weber’e dayanan karizma tanımına bir, hatta iki ek yapmak faydalı olabilir. Bir lideri karizmatik yapan olmazsa olmaz bir özellik daha vardır veya mecburen olmalıdır. Denklemden çıkarırsanız her şey değişir. O olmazsa olmakta olanlar ve olacaklar olmaz; bambaşka şeyler olur. İkincisi şudur: Karizmatik lider bir ikilem çözücü (dilemma solver) sayılabilir.
Avrupa solundan örnek vereyim. Engels son döneminde (1895) siyasi vasiyeti sayılan bir metinde o dönemde Marksist olduğunu söyleyen Alman sosyal demokrat partisinin 20. Yüzyılın başında seçimle iktidara gelecek bir yola girdiğini ve bu yöntemin doğru yöntem olduğunu bildirmişti. Devrimler çağı geride kalmıştı: Artık seçimle iktidara gelme ve radikal dönüşümleri dahi seçimle gerçekleştirme dönemi açılmıştı. Sonuçta yüzyıldan fazla bir süre yıl sosyal demokrat ve sosyalist, sonraları komünist partileri seçimlere girdiler ve oylarını maksimum noktaya çıkarmaya çalıştılar. Ancak burada iki dilemma ortaya çıktı ve iç içe girdi. Seçime dayalı sosyalizm her şeyden önce seçim başarıları elde etmek durumundaydı ve bunu yaparken işçi sınıfının farklılaşarak temsiline ve farklı kesimlerinin farklı kazanımlar elde etmesine aracılık etmek zorundaydı. Sosyalizm talebinin işçi sınıfının bütünü açısından acilliğinin giderek azaldığı bir patikaya böylece girilirken, işçi partileri zaten bu yönde ilerleyen bir dinamiğin bizzat taşıyıcıları haline geliyorlar ve seçim başarıları elde ettikçe sosyalizm perspektifinden giderek uzaklaşan bir sınıfın hem temsilcisi hem yaratıcısı oluyorlardı. Burada bir geri besleme söz konusudur. Ayrıca işçi sınıfları asla toplumun kabaca 1/3'ünü aşan bir nüfusa ulaşamadıkları için, sadece sınıf aidiyetine dayalı bir seçim davranışının ortaya çıktığı varsayılsa bile, %51'i bulmak isteyen işçi partilerinin diğer sınıflara da hitap etmeleri zorunluluğu doğuyordu. En abartılı ölçümlerle bile kentlileşmiş ve sanayileşmiş İskandinavya’da geniş tanımlı işçi sınıfının nüfusa oranı tepe noktasında %40’ın altında kaldı. İşçi partilerinin beyaz yakalılara, küçük burjuvalara vd. açılmalarının da bir sınırı vardı çünkü örneğin 1974 yılında Norveç sosyal demokrasisinin yüzde 40’ı ve İsveç sosyal demokrat partisinin yüzde 73’ü kolektif olarak otomatik biçimde partiye üye olan sendikalı işçilerden oluşuyordu. Sosyalist liderler başka sınıflara açılmakla mavi yakalı işçi sınıfından oluşan üye ve “çekirdek seçmenlerine” geri dönmek arasında on yılla boyunca yalpaladılar. Hem mavi yakalıların sosyalizm perspektifiyle ilişkisinde bir açmaz hem de başka sınıflara hitap ederek oylarını artırma stratejisine bir türlü tam geçememekten kaynaklanan başka bir açmaz iç içe geçti. Bugün biliyoruz ki orta sınıflara açılmak, “diğerlerinden” oy almak kararlı biçimde uygulansaydı optimal strateji olacaktı.
Fransa, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika gibi ülkelerde 20. Yüzyıla damgasını basan dilemmalar başka coğrafyalarda muhafazakârlık, modernlik, sekülerlik ve etnik temel boyutlarında kendisini gösteren ikilemlere kısmen de olsa ışık tutabilir. Denklemde olmazsa her şeyin başka türlü olacağı veya daha önemlisi tarih, coğrafya, kültür tarafından taşınan dilemmaları çözebilecek, bambaşka sosyal gruplardan aynı anda oy alabilecek bir “karizmatik lider” var mı?