Siyaset meselesi
Machiavelli, Hobbes, Schmitt, Niekisch… Kısa bir özet yapalım. Bir, siyaset asla din veya kültürün farklı bir düzleme tercümesinden ibaret değildir. Siyasal fikirler otomatik olarak dini fikirler değildir. Tersi de doğrudur. Siyasal ve ekonomik teolojilerin varlığı bu durumu değiştirmez. Siyasi tezlerin kabul ediliş veya algılanış biçimlerinde her zaman dini bir veçhe olabilir; bu ayrı. İki, siyaset moral (ahlaki) temellerde yapılamaz ve yapılmamıştır. Yapılırsa yenilgi kaçınılmazdır. Bir moral tarafının olması siyasetin temelinin ahlaki olduğu anlamına gelmez. Siyaset kendine has bir araştırma alanına, bilgi nesnesine sahiptir. Üç, siyasi fikirlerin toplumsal dinamikleri “fazla öncelemesi” halinde sonuç alınamaz. Söz konusu fikirler karşılık bulamaz. Siyasi fikirler toplumda zaten kök salmaya başlamış ve hızla güçlenen dinamiklerin temsilcisi olurlarsa ve dinamiği “en fazla biraz” öncelerlerse sonradan doğrulanmış olurlar veya öyle görünürler. Dört, tersinden bakarsak toplumsal dinamik geçtikten sonra aynı (eski) fikirlerde ısrar etmek de sonuç vermeyecektir. Yani geride kalanda ısrar eden de fazla erken gelen de kaybeder. Beş, siyasi fikirler “dünya görüşü” değildir. Dünya görüşü çok daha kapsamlıdır. Bir ve aynı dünya görüşü üzerinde çeşitli –ama sonsuz değil- siyasi fikirler üretilebilir. Benzer şekilde, altı, ideoloji de “dünya görüşü” değildir. Yani aynı dünya görüşüne ait ideolojiler, siyasi fikirler, programlar, yöntemler, modeller oluşabilir veya oluşturulabilir.
‘İdeolojik olarak kazanmak’ ne demektir? Buna “kalpleri ve zihinleri fethetmek” deniyor. Weimar örneğine bakalım. 1918-1933 arası Almanya’da önce iki “dünya görüşü” vardı. Sol (SPD-Marksist olduğunu söylemeye devam eden sosyal demokrat ana akım işçi partisi ve KPD-Komünist Parti) ve Alman sağı. Alman sağı “Muhafazakâr Devrim” yelpazesinde “Genç Muhafazakârlık” (Jön Türkler gibi) bir açılım yaparak yenilenmiş bir “dünya görüşü” oluşturmaya başladı. Kökleri derinde olan bir dünya görüşünün yeni haliydi. Sadece bir ideoloji veya siyasi program değildi. 1929’a gelindiğinde, bu soy ağacı içindeki “Nasyonal Devrimciler” başlığı altında –ucunda “Nasyonal Bolşevikler” var- 7 akım sayabilen tarihçi var. Hitler burada bir alt akım idi; önemsiz değildi ama daha çok “kullanışlı aptal” gibi görülüyordu. Alman sermayesi ve Alman sağının içinde bazıları “komünistlere karşı kullanır ve çöpe atarız” diye düşünmüş olabilir ama sonuç farklı oldu.
Bu “dünya görüşü” neydi? Alman milliyetçiliğidir. Doğrudan etkilendiği akım 1885-1914 arasının Fransız milliyetçiliğidir. Katoliklikle de Protestanlıkla da bağlantısı zayıftır. Özellikle Almanya’nın Versailles’da mağdur edildiği, Weimar Cumhuriyeti’nin Fransa’nın Almanya üzerindeki (kültürel açıdan da) ‘yozlaştırıcı’ hegemonyasının aracı olduğu iddia ediliyordu. Almanya’nın Orta Avrupa olduğu ve emperyalist Batı Avrupa ve ABD tarafından sömürüldüğü, SPD’nin Fransa’nın KPD’nin Rusya’nın aleti olduğu tezleriyle örülü bu “Genç Muhafazakârlık” içinde Yahudilere özellikle olumsuz bakanlar olmakla beraber hiçbirisi Hitler kadar uçta konumlanmamıştı. Ancak Hitler hiç düşünülmemişi düşünen veya hiç yapılmamışı yapan bir siyasetçi değildi. Zaten var olan ve zaten gelişen, egemen “dünya görüşüne” dönüşen yeni muhafazakârlığın tımarhanelik ucu gibiydi. Özelliği şuydu: Söz konusu dünya görüşünün olası bir radikal siyasal temsil biçimini öneriyor ve sokakta kullanılacak yöntemleri uygulamada gösteriyordu. Unutmayalım ki, kadim Alman “dünya görüşü” 1920’lerde artık dış politika temelli bir görüştü. Her şey ‘Alman’ın Alman’dan başka dostu yoktur’ basit önermesiyle başlıyordu. Versailles Anlaşması ve onun uzantısı olarak görülen Weimar Cumhuriyeti tamamen reddediliyordu.
Diğer dünya görüşü SPD’nin Marx temelli ideolojisi, sendikalara dayalı örgütlenmesi ve parlamenter stratejisiyle belirlenen “sınıf mücadelesi esastır” görüşüydü. Bu dünya görüşüne Bolşevik aşısı yapılmaya çalışılmış ve ortaya Alman KPD’si çıkmıştı. Uzun süre hem birbirleriyle hem de Alman sağıyla rekabet ettiler. Bu dünya görüşü her iki çizgisiyle de Alman sağı karşısında tutunamayacak ve hızla gerileyecekti.
Bu noktada Weimar siyasetinin “At Nalı Tezini” zikretmekte fayda var. Weimar siyaseti irili ufaklı parçalara ayrılmıştı. Bir ve aynı dünya görüşünün altında farklı ideolojiler, siyasi fikirler ve yapılar, mücadele yöntemleri, programlar ortaya çıkmakla kalmıyor bazen asıl rekabet bunların arasında yaşanıyordu. Aşırı sol, sol, merkez sol, merkez, merkez sağ, sağ, aşırı sağ gibi tek bir ölçüye dayanarak bir politik spektrum oluştursak dahi At Nalı Tezi bize bu spektrumun bir doğru olmadığını, bir at nalı şeklinde olduğunu söylüyor. Öyle ki, 1932’ye gelindiğinde at nalı iyice bükülmüş, nalın uçlarındaki kutuplar birbirlerine en yakın ve geçişli akımlar haline gelmişlerdi. At Nalı benzetmesi zaten bunu söylüyor. Solun ve sağın uçlarındaki akımlar hiçbir zaman birbirlerine en uzak akımlar olmamışlardı. KPD özelinde “sınıfa karşı sınıfın” burada bir tür icazet belgesi olduğunu ekleyebiliriz. Bu o kadar böyleydi ki 1929’dan itibaren SPD ve temsil ettiği reformist çizgi sağda ve solda o kadar benzer ifadelerle eleştiriliyordu ki “Muhafazakâr Devrim” yelpazesi içinde evrilen dünya görüşü (milliyetçilik) iki uçta da hâkim hale gelmişti.
Tabii, milliyetçilik derken acele etmemeli; milliyetçilik var milliyetçilik var. Ancak, siyasi fikirler sıklıkla basit ve popüler, temsile çalıştıkları dünya görüşünün içinde en kolay anlaşılabilir oldukları zaman maddi bir güç haline gelebilirler. “Zamanın ruhu” öyle gerektiriyorsa sadece en köşeli, başka dönemlerde karikatür sayılacak “anormal” biçimleriyle güç kazanabilirler. Genelde “sentezler” ince işlerdir; “incecilik” bir entelektüel durumdur. 1930 dönemeci “sentezleri” hızla arka plana itti.
Unutulur ama Alman işçi sınıfının Alman halkının –bu ırk anlamına da geliyor- esas temsilcisi olduğu, zaten işçi sınıfının tüm çalışan halk demek olduğu tezleri solun değil temelde aşırı sağın tezleriydi. Bir avuç Fransız/Batı işbirlikçisi (komprador veya oligarşi terimleri akla geliyor ki boşuna değil çünkü o dönemde de kullanılmışlardı) burjuva dışında herkesin halk olduğu savunuluyordu. Reformist/Fransız uşağı SPD’nin –ve sıklıkla ondan daha “milli” sayılıp sayılamayacağı tartışılan KPD’nin- Weimar’cılığının yerle bir edilmesiyle, ancak o zaman Alman halkının yeniden şahlanacağı iddiası geniş yığınlara kabul ettirilince parantez kapanmış oldu.
Burada ‘Alman Sağı içindeki Solun adamları’ ibaresinin –simetriği yoktur, yani 'Alman Solu içindeki Sağın adamları’ yoktur veya ben rastlamadım- önemi ortadadır. At Nalı Tezinin mühim bir dayanağı budur ve bu biçimde bükülen bir siyasal alanın üretiminde yer alan kadroların ve entelektüellerin sayısı az değildir. At Nalı Tezi siyasal alanın 11-12 sene içinde –1918 Kasım günleri sonrası 11-12 sene- tek bir “dünya görüşüne” doğru kapandığı, dışarı atılan SPD’nin –KPD zaten ilk hedefti- merkez sağın son kalıntısıyla birlikte 1933’te ortadan kaldırılmasıyla “halkın” kendisini gerçekleştirdiğinin kabul edildiği süreci tanımlar. Elbette, bir Alman özelliği olarak “halk” her yerde olduğundan daha fazla ve daha özel biçimde hem ırk hem de “devlet” demekti.
Son olarak, ‘Alman Sağı içindeki Solun adamları’ ibaresinin Mussolini türünden isimlerin imlediği genelde savaş sonrası değişim/soldan sağa transfer çizgisini anlatmadığı, benzerlikler olmakla birlikte bu adamların son dönemeçte bile ideolojik anlamda –ama dünya görüşü anlamında değil- ‘Solun adamları’ kaldığını savunmayı deneyebilirim. Weimar bugün bile başvurulabilecek önemli bir laboratuvardır.