Şimdi tam zamanı: Bir nergis yazısı
Efsaneye göre Mimas Dağı’nın eteklerinde yaşamıştı Narkissos. Irmaklar Tanrısı Cephissus ile Peri Liriope’nin oğluydu. Kâhin Tiresias, Narkissos’un kendini hiçbir zaman görmemesi şartıyla, çok uzun bir hayat yaşayacağını söyleyen bir kehanette bulunacaktı:
“Kendini bilmezse, uzun bir yaşamı olacak.”
Narkissos, delikanlı olduğunda, güzelliğiyle bütün perileri ve genç kızları etkileyecekti. Onu gizlice seven işittiklerini söyleyen, sözleri tekrar eden nymphe (orman perisi) Ekho da ona âşık olacaktı. Ancak, kendini çok beğenen delikanlı, ona yüz vermeyecekti. Bu duruma çok üzülen Ekho, tek başına bir mağaraya çekilip orada eriyecek, bütün vücudu yok, kanı buhar olacaktı. Romalı şair Ovidius “onun sesinden ve kemiklerinden başka bir şey kalmadı; sesi ses olarak saklandı, kemikleri bir kaya biçimini aldı. O günden beri dağ başlarında görülmez; fakat acı ile kıvrandığı derin ormanların içinde, kendisini çağıranlara yanıt verir” diyecekti. İşte o gün bugündür dağlarda, kayalarda bağırdığımızda sesimiz yankılanacak, yankılanacaktı…
Tanrıça Nemesis, Ekho’yu üzen Narkissos’u cezalandırmaya karar verecekti. Ve bir gün, avlanırken su içmek için bir dereye eğildiğinde, kendini orada ilk kez gördüğünde, sudaki suretine, başkasına ait olduğunu sandığı o görüntüye delice âşık olacaktı Narkissos.
Bir türlü erişemediği o güzeller güzeli delikanlıya ulaşmak için her gün dereye gidecek ve sonunda aşkı yüzünden yemekten içmekten kesilerek pınarın başında sessizce ölecekti. Ve yine sessizce hazırlanacaktı cenazesi için her şey, ama Can Yücel’in Ovidius’tan çevirisiyle “vücut yoktu hiçbir yerde, yerinde sarı göbeğini beyaz yaprakların kucakladığı bir çiçek” bulacaklardı.
İşte o gün, o derenin kenarında büyümeye başlayan, Narkissos’un dönüştüğü mis kokulu nergis çiçekleri, bütün Karaburun yarımadasını kaplayacaktı. Binlerce yıldır her baharda, henüz karlarla kaplı o dağlardan nergis çiçekleri fışkıracaktı…
Ancak günümüzde, uzun bir süredir hastalıklar, dadanan solucanlar ve bilinçsiz üretim, Karaburun’da nergis üretimini neredeyse bitme noktasına getirdi. Sarı-beyaz narin nergis çiçekleri açmamaya, denizin getirdiği rüzgârların beslediği o özel kokularını, baş döndürücü rayihalarını salamamaya başladı.
Karaburun’da birkaç yıldır eski zamanlardaki gibi nergis yetiştirilmeye çalışılıyor. 2018’den bu yana da nergis festivali düzenleniyor. Bu yılki festivalde 157 çiftçi tarafından 200 dekar alanda ekimi yapılan nergis çiçeklerinin, kurulan stantlarda satışa sunulduğu haberini okuyunca, bir zamanlar Karaburun dağlarında topladığım nergisleri, Narkissos’un hikâyesini anımsadım.
Annemin öğrettiği gibi üç sayar, bir koparırdım. Karlar yağmış, nergis çiçekleri bu yumuşacık, bembeyaz örtüye yaslanmış, uyuyor olurlardı. Karaburun Dağları’nda yürürken yüzlerce şifalı otun, onlarca çeşit kekik ve adaçayının da kokularını derin derin içime çeker; onların baharın gelmesini nasıl sabırsızlıkla beklediklerini hissetmeye çalışırdım.
Ellerimde nergisler; deliceler, kocayemiş, sandal, menengiç, kermez meşesi, tesbih, akçaağaç, sakız, ladinler arasından geçerek kıyıya, bir akvaryuma benzeyen koya inerken bölgedeki 47 tür şifalı otu da anımsayamaya çalışırdım: Sütleğen, yarpuz, gelincik, kantaron, kapari, kekik, kenger, sığırotu, adasoğanı, adaçayı ve dahası… Tabii çevredeki hurma ağaçları, birkaç ay sonra koparılacak körpe enginarlar da… Denize doğru eğildiğimde, buralarda yakalanan harika inci kefallerinin lezzetini hatırlayınca damağım titrerdi.
Neyse ki nergisler yaşamaya devam edecek, festival de seneye iki güne çıkarılacakmış…
Nergislerin öyküsünü, Oscar Wilde’in yorumuyla bitireyim:
“Narkissos ölmüştür ya; dere, herkesten çok ağlamaktadır. Şöyle diyecektir:
‘Nasıl ağlamayayım?! Narkissos, suretine bakmak için ne zaman bana eğilse, gözbebeklerinde kendimi görürdüm!’”
Nergislerin anavatanlarında ve var oldukları her yerde hep yaşaması ve yaşatılması umuduyla…