Şimdi de biz konuşalım, siz dinleyin
Yıllar önce, Arizona Üniversitesi’nin seçkin öğretim üyelerinden Kızılderili kökenli, sosyal ve siyasi tahlilleri ile tanınan yazar meslektaşım Vine Deloria “Şimdi de Biz Konuşalım, Siz Dinleyin” isimli bir kitap yazmıştı. Deloria, Beyaz Amerikalıların Kızılderililerin yaşama düzenini altüst edip, onları rezervasyonlarda yaşamaya mahkum ettiklerini belirttikten sonra, utanmadan kendilerini düştükleri durumdan kurtarmak için neler yapmaları gerektiğini söyleme cesaretini bulduklarını vurguluyor; beyazlara, bütün sorunların çarelerini bildiklerini sanarak, kendilerinden talep edilmeyen akıllar vermek yerine biraz susmalarını ve Kızılderililerin sıkıntılarına kulak vermelerini tavsiye ediyordu.
Avrupa Birliği (AB), talep vaki olmasa da, hiç durmadan Türkiye’ye akıllar vermeye gayret ettiğinden, bu haftaki yazıma “Şimdi de Biz Konuşalım, Siz Dinleyin” başlığını koymayı uygun buldum. Tepkimi tahrik eden gelişme ise Yunan hükümetinin, AB ‘nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali karşısında koyduğu cezai nitelikteki yaptırımlara Türkiye’nin uymadığı, dolayısıyla Yunanistan kayıplara uğrarken Türkiye’nin Rusya ile ticaretten kazançlı çıktığına ilişkin şikayeti idi. Türkiye perakendeci biçimde davranmaktaydı ve yaptırımlara tabi kılınması gerekiyordu. AB üyesi olmayan ülkelerin AB’nin kendi üyeleri için koyduğu kurallara uymak mecburiyetinde olmadıklarını bir yana bırakalım, Ukrayna tahılının açlıkla mücadele eden Afrika ülkelerine sevki, Türkiye’nin Rusya karşısında, ona meydan okuyan bir siyaset izlememesi sayesinde mümkün olmuştur. Yoksa, Türkiye Rusya’nın izlediği yolu onaylamadığını açıkça ifade etmiştir. Sadece Türkiye’nin bir yandan Rusya ile etkin iletişim yürütürken, diğer yandan Ukrayna’ya Rus tanklarına karşı çok etkili olan İHA’lar verdiğinin hatırlanması bile herhalde buna yeterli kanıttır. Bu arada, öğrendiğime göre, Yunan ticari filosu hem tahıl hem de Rus petrolü taşımaktan bir hayli kazanç elde etmektedir.
Türkiye’yi AB ile ilişkilerinde perakendeci bir yaklaşım benimsemekle itham etmek, AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde sık başvurduğu perakendeci yaklaşımlar muvacehesinde biraz komik kaçmaktadır. Çok uzak olmayan bir geçmişte AB Türkiye’den Batı yönünde ilerleyen ve AB ülkelerine gitmeyi hedefleyen göçmenleri durdurmasını istemiş, bu amaçla bir sürü şarta bağlı ve ödenmesi bir türlü tamamlanamayan mütevazi bir tazminat vermeyi teklif etmişti. Eğer AB perakendeci bir yaklaşım benimsemeseydi, Türkiye’ye “Ortak bir mülteci sorunuyla karşı karşıyayız; göç dalgasını durdurmak ve gelenlerin yükünü adil biçimde dağıtmamız için ortak bir program geliştirmemiz gerekiyor” demesi gerekirdi. Ancak böyle stratejik bir yönde ilerlemek yerine, AB sorunu Türkiye’nin kucağına bırakmış, AB sınırlarını korumakla görevli Frontex’in imkanlarını geliştirmeye çalışmıştır. Frontex’in kullandığı metotlar ve çok yönlü beceriksizliği ise bir başka makalede kapsamlıca ele alınmayı hak ediyor.
Biraz daha gerilere gidecek olursak, sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hem devletler hukuku hem de AB’nin kendi kurallarını ihlal etmek pahasına üye yapılması gibi AB perakendeciliğinin çok daha parlak bir örneğini bulabiliriz. Kıbrıs’ın bağımsızlığını sağlayan uluslararası antlaşmalarda, bu ülkenin herhangi bir uluslararası kuruluşa üye olması için, bağımsızlığını garanti eden üç ülkenin, yani İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin, onay vermesi gerekiyordu. AB, bu ifadenin AB üyeliğini kapsamadığına karar vererek devletler hukukunu ihlal etmiştir. Fakat, AB henüz çözüme bağlanmamış uluslararası sorunları olan bir ülkeyi üye alarak, böyle ülkelerin sorunlarını üye olmadan önce çözmüş olmaları gerektiğine ve sorunlarını AB’ye taşımalarına müsaade edilemeyeceğine ilişkin kendi kuralına da uymamıştır. Kıbrıs’ın üyeliğine giden yolu açan husus, bunun önüne geçilirse, Yunanistan’ın çok sayıda Doğu Avrupa ülkesinin üye yapılmasını veto edeceği tehdidi idi. Hiçbir üye Yunan blöfünü görmeye cesaret edemedi. Daha sonraki dönemde bazı siyasi liderler bu fırsatçı yaklaşımı, Kıbrıs’ın üye yapılmasının Kıbrıs sorununun çözümünü kolaylaştıracağını ümit ettiklerini beyan ederek meşrulaştırmayı denemişlerdir. Siyasete aklı asgari düzeyde eren herhangi bir kişi, böyle bir kararın Rum tarafını Ada’nın tümüne sınırsız hakim olmak konusunda cesaretlendireceğini ve bu maksatla AB’yi de arkasına almaya çalışacağını tahmin edebilirdi.
AB perakendeciliğinin son tezahürü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Türki Devletler Teşkilatında gözlemci üye statüsünün verilmesini protesto etmesidir. Acaba bu perakendeci yaklaşımların altında yatan nedir? Gerçek şöyle ki, bir örgüt olarak AB, üye ülkeler nezdinde özerk hareket etme kabiliyetine sahip değildir. Her üye, örgütü kendi çıkarlarına hizmet etmesi için kullanmaya çalışmaktadır. Buna karşı harekete geçirilebilecek ağırlıklı bir güç kaynağı da bulunmaktadır. Örneğin, Yunanlılara ve Rumlara, eğer birleşik bir Kıbrıs istiyorlarsa, AB’yi de çatışmanın içine çekmeye çalışmak yerine Türk tarafı ile uzlaşmaları gerektiğini söyleyecek bir merci yoktur. AB’nin tutumu büyük ölçüde üyelerinin taleplerini desteklemekle sınırlı kalınca, kimse AB’nin sözlerine kulak vermemektedir. Öyle olunca da, “Şimdi de Biz Konuşalım, AB Dinlesin” demekten başka çare kalmamaktadır.