Sermaye birikimine post-Ricardian bir göz atış
Marx’a dayandırılabilecek ama asıl kökleri Hobson, Hilferding ve Luxemburg’da bulunan ve klasik anlamda Marksizm’in en parlak döneminden kalan emperyalizm kuramından bahsetmekte fayda var. Var çünkü konu son 50 yılda artık iyice poplaştı ve her köşede herkes kendisine göre bir emperyalizm tanımı yapabiliyor. Kaldı ki 1970 yılında Cambridge’de toplanan bir konferansta emperyalizm teriminin en az 10 (akademik) tanımı olduğu dile getirilmişti. Bu kuram en popüler, ama hayli tutarsız ve oldukça siyasi bir formülasyonla, Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması isimli kitapçığıyla meşhur olmuştu. Alt başlığı “bir vülgarizasyon denemesi” olan bu iç gerilimleri olan küçük siyasi/konjonktürel metin gereğinden fazla yer işgal etti.
Temelde Kapital’in 2. ve 3. Ciltleri arasında, zamanında Marksistler arasında çok tartışılmış olan, “çelişki” yatıyor. Bu çelişki Kapital 1 ve 3 arasındaki çelişkiden, veya “transformasyon sorunundan” farklı bir “çelişki”. Söz konusu “çelişki” Kapital 2’de eksik tüketim teorilerinin açık reddine rağmen, Kapital 3’te “tüm reel krizlerin nihai nedeni daima kitlelerin yoksulluğu ve tüketimlerinin kısıtlı olmasıdır” denmesi ve bu temanın öne çıkar görünmesidir. “Çelişki” var mıdır, yok mudur bir yana, emperyalizm sorununu Marksist iş çevrimi kuramlarına ve sermaye birikimi tartışmasına bağlamadan sürdürmek analitik açıdan her zaman anlamsızdı. Anlamsızdı çünkü o zaman ortada işin teorisi de ekonomi politiği de kalmaz ve herkes herkese emperyalist diyebilir. Olan da biraz budur.
Hilferding hızlı sermaye birikiminin kilit sanayilerde “aşırı yatırıma” ve azalan kar oranlarına neden olduğunu yazmıştı –ki Kaldor’un “stilize olgularından” birisinin zıddı bir önerme oluyor. Bu bakışa göre kartelleşme-tekelleşme, piyasalara girişi engelleme ve kolonilere sermaye ihracı kar oranının düşmesini önlemek için bulunan yollar oluyordu. Luxemburg ise piyasa sorununu, ya da artı-değerin “gerçekleşmesi” sorununu çok daha önemli, hatta kilit nitelikte görüyordu. Kapitalizme açılmamış “üçüncü piyasalar” bulunamadığı sürece ve aşırı üretim buralara ihraç edilemezse Marx’ın genelde periyodik ve birbirinin aynı gördüğü iş çevrimleri “normal iş çevrimi” olarak süremez ve kapitalizm sürdürülemezdi. O dönemin çalışmalarında kapitalizmin kaç döngüden sonra “söneceğini” göstermeyi deneyen basit simülasyonlar bile vardır. Örneğin “36 iterasyon sonrası sermaye birikimi durur ve kapitalizm söner” gibi. Tartışmanın çok daha öncesinde, daha Hobson 1902 tarihli kitabını yayınlayarak “emperyalizm” terimini ilk defa kullanmadan önce, Lenin en az iki temel çalışmayla Narodniklere cevap verirken üstü örtük olarak daha sonra Sovyet ekonomistleri arasında “Hilferding yanlısı yorum” diyebileceğimiz Kapital yorumuna yakın durmuştu. Luxemburg’a hiç sıcak bakmadı denebilir. Bu sıcak bakmayış da elbette tarihsel ve zamanın politik konjonktürüne bağlı nedenlerden dolayıydı. Sonuçta 1929 Büyük Depresyonu başladığı zaman Sovyet Marksist iktisatçılarının, Varga hariç, işin ciddiyetini kavrayamamış olmalarının önemli bir nedeni Luxemburg’dan fazla uzak ve Hilferding’e fazla yakın durmalarıdır.
Jones & Romer’in “yeni stilize olgularından” ilki fikirler, mallar, finansal olanaklar ve şehirleşme yoluyla kalifiye işgücünün artışının piyasaları hem işçiler hem tüm tüketiciler için genişletmiş olmasıdır. Yaşayarak öğrenildiği gibi kentin kendisi piyasa, bizzat kendisi sermayedir. “Piyasanın yokluğu” sorunu böylece beşeri sermaye veya “non-rival” yeni fikirler/buluşların ne kadar yaygınlaşırsa piyasayı küresel olarak o kadar genişleteceği vurgusuyla beraber Rosa Luxemburg’un “üçüncü piyasalarını” o kadar geç doygunluğa ulaştırıyor. Aslında yeni beşeri sermaye modellerinde “yeni fikirlerin” bir üretim girdisi olarak alınması söz konusu girdinin toplam faktör verimliliği –hatta “saf” teknolojik ilerleme katsayısı- ile belli bir oranda parametreleştirmesine yol açıyor.
Lenin 1890’ların tam ortasında Narodniklere piyasanın iş bölümünün derinleşmesi ve teknolojik gelişmeyle paralel olarak genişlediğini anlatmıştı. İlk krizini üretmiş bulunan ikinci küreselleşme dalgası hem yeni fikirleri çoğalttı –veya bu dalgalar çakıştı- ve patentlerin dağılımını uluslararası hale getirdi hem de doğrudan sermaye yatırımlarını ve dünya ticaretini artırdı. Dünya ticaretinin dünya GSYH’sine oranı iki katına çıkarken, doğrudan sermaye yatırımları/GSYH oranı 1965 sonrası tam 30 katına çıktı. Buradaki “yeni Kaldor olgusu” yarışmacı olmayan (non-rival), yani başkalarının kullanımını dışlamayan –sermaye malı gibi değil çünkü kullanılınca başka firma veya ülke kullanamaz- entelektüel üretimin ve yeni fikirlerin teknolojiye dönüşümünün teknolojide konveks olmayan –artan getiriye yol açan, azalan veya sabit getiriyle sınırlı konveks teknoloji gibi değil- bölmelere neden olduğudur.
Evet, Lenin’in Rusya’da kapitalizmin gelişmesini tartışırken aktardığı klasik ekonomi politik tezinin bir bölümü ne diyordu? Piyasa teknolojik gelişmeyle paralel olarak genişler. Bu teknolojik gelişme konusu çok önemli ve sadece bu bağlamda veya buradan akla gelebilecek herhangi bir bağlamda değil. Kar oranının düşme eğilimi gibi klasik bir iddiayı teorik olarak anlamaya çalışırken bile teknoloji faktörünü de ele almak gerektiğini hayli tartışmalı da olsa Okishio-Shibata Teoremi bize yıllar önce (1961) söylemişti. Sonuçta piyasa sermaye birikiminden ibaret değil: İşbölümü ve teknolojik ilerleme olmazsa piyasa derinleşmez ve sermaye değil sadece servet birikir. Biriken servetin sermayeye dönüşeceği kesin değildir.