Savaşın ilk zayiatı hakikattir…

Ahmet Kasım HAN
Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Savaşta önce gerçekler ölür. Hele kadınların, çocukların hedef gösterilmeden katledildiği; toplumsal travmaların kışkırtıldığı bir çatışma söz konusuysa… Taraftarlık hakikatin önüne geçer ve herkes tribünde yerini alırken sağırlaşır. Haklılık duygusu devreye girer ve bu tehlikelidir. Zira haklılık insanı gaddarlaştırır. İşte Orta Doğu’daki yeni acı “savaş” tarafları açısından tam da bu noktada. Nereden baksanız durum vahim ve trajik. 

Orta Doğu, belki de sürdürülebilir istikrara en yakın olduğu bir dönemeçteydi. Tam da bu anda Gazze şeridini kontrol eden Hamas’ın Cumartesi günü İsrail’e karşı başlattığı saldırıyla sarsıldı. Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırı bugüne kadar görülmemiş bir yoğunluk ve şiddetteydi. Neticede İbrahim Anlaşmaları sonrasında kapısı aralanan, Suudi Arabistan ve İsrail’in resmi olarak yakınlaşmasıyla sonuçlanacağı beklenen Arap – İsrail normalleşme süreci, görünür gelecek için, sona erdi. Bu sonuç İran’ın, Türkiye’nin bölgesel konum ve çıkarlarına da ters düşen, jeostratejik tasarımına uygun. Zaten saldırının ardında İran’ın gölgesi açıkça görülüyor. Fakat bu konunun detaylarına girmeyi bir başka yazıya bırakacağım. Zira, her yeri kavurmadan bu yangını kontrol altına almak henüz mümkün. Bu aşamada önceliğimiz bu yönde fikir üretmek ve Türkiye perspektifinden konuya yaklaşmak olmalı. 

Önce şunu tespit edelim. Filistin davasının hukuki ve insani boyutları ne kadar haklıysa, Hamas’ın son eylemlerinin niteliği de savunulabilir olmaktan o kadar uzak. Dünyanın bir kısmında bu eylemlerin doğa ve sonuçlarına ilişkin gerçek görüntüler ve haberleri perdelemeye çalışan oldukça organize bir çaba var. Türkiye’de de bunun küçümsenmeyecek uzantıları mevcut. Ancak, anneleri bebekleriyle birlikte katletmek, babaanneleri kaçırmak, genç kızlara tecavüz etmek, kafa kesmek ve öldürülen insanları yakmak kolayına maskelenebilir eylemler değil. Siz bin bir uyduruk haberle, hatta ajans marifetiyle çarpıtma yaparak, topa girseniz dahi Hamas övünerek militanlarının “marifetlerini” kameraya alıp sosyal medyadan yayınladığı için bu sislendirme faaliyetinin başarılı olması zor. Olayı anlamayı değil kendi pozisyonunu doğrulatmayı isteyenler elbette bunlara inanacaklardır ama bunun da kimseye, en başta da “Filistin dava”sına, bir faydası bulunmuyor. Hamas hamiliğine soyunmanın pek bir reel siyasi sonuç doğurmayacağı da aynı bâbda söylenmeli. Bu konuda İran’a rakip olmak hem çok mümkün değil hem de Türkiye’nin âlî menfaatleri bakımından arzulanır olduğu tartışmalı. Neticede eskiden bir Müslüman Kardeşler uzantısı olan Hamas, bilinçsiz olduğu söylenemeyecek ancak akıllıca olduğu çok sorgulanır bir tercihle, kendisini, şiddetin siyasi bir araç olarak kullanılması bakımından, IŞİD ile kıyaslanması kaçınılmaz olan bir köşeye sıkıştırdı. Uluslararası kamuoyunun büyük bölümünün gözünde buradan çıkması da zor. 

Hamas’ın bu defa kullandığı yöntemler, 2004’te yayınlanan ve küresel cihatçı literatürün en önemli kaynakları arasında sayılabilecek olan “Vahşetin Yönetimi: Ümmetin geçeceği en kritik aşama” kitabından fırlamış gibi görünüyor. Ebu Bekir Naci mahlasıyla, muhtemelen Hasan Halil El-Hakim’in yazdığı bu kitap IŞİD başta örgütler için cihatçı mücadelenin el kitabı statüsünde. Vahşetin düşmanı yıldırmakta nasıl kullanılacağını anlatıyor. El-Hakim kimdir derseniz; muhtemelen 2008’de Pakistan’da öldürülen ve “Ebu Cihat el-Mısri”” (Cihatın (Mücadelenin) Mısırlı Babası) kod adıyla bilinen bu şahıs, El-Kaide’nin propaganda sorumlusu ve, kimi kaynaklara göre, dış operasyonlar şefiydi. 

Yalan yanlış haberleri kullanarak bu bulanıklaştırma işine girişenlerin, onlara inananları değil bu işleri tezgahlayanları kastediyorum, üç amacı olabilir: İdeolojik tatmin; Türkiye’nin sağlıklı bir siyaset izlemesini engelleyecek şekilde kamuoyunu manipüle etmek; son olarak da olayların dehşetinin kendi söylemlerini yakalamasını beklemek. Bu sonuncu grup enteresan. Zira aslında bekledikleri kendileri gerçekleri sise boğarken, İsrail’in giriştiği harekatın insani dehşetinin Hamas’ın eylemlerinin vahşetini geçmesidir. Böylelikle acıları acılarda boğarak muhayyel bir “dava”ya hizmet ettiklerini; hakikatin zayi olmasının bu “büyük resim”de bir önemi olmadığını savunurlar. Gerçekse sıradan insanların çektikleri acının büyüdüğüdür, o kadar. Neticede çıplak hakikat şu ana kadar 1.200 İsraillinin ve 1.400 Filistinlinin öldüğüdür. Kanla kanı yıkamak da, acıyla acıyı dindirmek de mümkün değil… 

Trajedi maalesef büyüyecek gibi görünüyor. İsrail’in Gazze’de başlattığı bombardımanın ağırlaşacağı açık. II. Dünya Savaşından hemen önce dünyada 16,6 milyon Yahudi yaşıyordu. Bu insanların 6 milyonu, yani % 36’sı, Yahudi Soykırımından Nazilerce katledildi. Dünya’mızda yaşayan Yahudi nüfusu miktar olarak halen 1939’daki düzeyine geri gelememiş durumda. Bu olay Siyonizm’e hiçbir sempatisi olmayan Yahudileri bile İsrail devletinin kurulmasının yanında pozisyonlanmaya ikna eden büyük bir toplumsal travma. İsrail’in kuruluşundaki etkisi en az “vaat edilmiştopraklar söylemi kadar kuvvetlidir. İşte geçtiğimiz Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gecenin olayları, o tarihten bu tarihe bir gün içerisinde Yahudi sivilleri hedef alan en büyük katliamdır. On aya yakın süren ve 1948’de İsrail devletinin kuruluşuyla sonuçlanan Arap – İsrail Savaşında dahi toplam sivil kayıp 2.400 civarındadır. Bu sayıları sizlerle paylaşmamın nedeni ölü sayılarını ölü sayılarıyla mukayese etmek değil. Bu olayın İsrail toplumunda yarattığı etkiyi, ve kaçınılmaz olarak bu etki üzerinde şekillenecek olan tepkiyi, sizlerle paylaşarak neden trajedinin büyüyeceğini öngördüğümü anlatmak. Ne bu etkiye, daha da önemlisi, ne de tepkiye sempati duymamız gerekmiyor. Zorunda da değiliz. Ancak, olayların gelişimine mana verebilmek için çerçevesini de bilmek zorundayız. 

Başkan Biden’ın; ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın sözleri, ve ABD politikası da ancak bu arka planın önünde tam olarak anlamlandırılabilir. İsrail istihbaratı ve silahlı kuvvetleri bu kadar gafil en son 1973 Yom Kippur Savaşında yakalanmıştı. O savaşta ABD İsrail’i desteklemekte ayak sürüyordu. Zamanın İsrail Başbakanı Golda Meir, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ı İsrail’in tükenen cephane stokunun yenilenmesi için “Yahudi” kimliği üzerinden sıkıştırmayı denediğinde Kissinger: “Önce Amerikalı, ardından ABD Dışişleri Bakanı ve sonra Yahudi” olduğunu söyleyerek bu baskıyı savuşturmuştu. (Anekdot yarım kalmasın parantezi: Meir’in bu sözlere: “Unutma ki biz İsrail’de sağdan sola (yani sondan başa) okuruz.” diyerek cevap vermiştir. Neticede bu olaylar Soğuk Savaş konjonktüründe gerçekleşmektedir ve Sovyetler Birliği, Mısır ve Suriye’ye silah sağlamaya başlayınca ABD’de İsrail’e silah sağlamaya başlamıştır.) Bu olaylar Meir’in başbakanlığına ve hatta siyasi hayatına mal olmuştu. Bugün ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın: “Önünüzde sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, fakat aynı zamanda bir Yahudi olarak duruyorum.” demesi Soğuk Savaş’tan bu yana değişen ABD – İsrail ilişkilerinin konjonktüründen de çok, yukarıda anlattığım manzara ile ilişkilidir. Bu manzaranın anlamı İsrail’in çok ağır insani sonuçlar doğuracak bir harekata hazırlandığı ve ABD başta Batı kamuoylarının, genellikle İsrail’e uzak duran Avrupa başkentleri dahil, tam desteğini alacağıdır. Sözlerin ötesinde dünyanın ne büyük uçak gemisi Ford, bir güdümlü füze kruvazörü ve dört destroyerden oluşan 12. Uçak Gemisi Saldırı Gücü’nü de İsrail açıklarına yolladı. Eisenhower uçak gemisinin merkezinde olduğu ikinci bir benzer filonun da Akdeniz’e doğru yola çıktığını belirtelim. Bu kuvvetin de ABD’nin bu çatışmayı dış müdahaleye kesin olarak kapama niyetini uygulamakta ihtiyari rol alacağını, söz konusu gemilere muhtemelen yüksek kapasiteli denizaltıların eşlik ettiğini de belirtelim. Buradan yapabileceğimiz üçüncü çıkarsama çatışmanın devletler arası bir savaşa dönüşmesinin çok olası olmadığı. Fakat tüm bölgeye yayılmış Filistinli nüfus, Lübnan’da Hizbullah ve Irak-Suriye ekseninde İran’a yakın silahlı unsurların varlığıyla, çatışma devlet-altı bir bölgesel karakter kazanabilir. 

Bu durumun İsrail siyasetini biçimleyici etkisi olacağı da kuşkusuz. Buna dair ipuçlarını İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin Bet’in 1996 – 2000 yılları arasındaki şefi Amihai Ayalon’un 9 Ekim’de Fransız Le Figaro gazetesine verdiği röportajdan takip etmek mümkün. Ayalon, saldırıların gerçekleşmesinde en büyük sorumlunun İsrail’in ucuz popülist Başbakanı Binyamin Netanyahu olduğunu belirtiyor. Röportajda, İsrail istihbaratının gösterdiği zaafı kabul etmekle birlikte bunun bir sürpriz olmadığını söylemiş. İzlenen politikaların Hamas ve Hizbullah gibi örgütlerce İsrail aleyhine kullanılacağı uyarısında bulunanları göz ardı eden Netanyahu’nun ihmalinin altını çizmiş. Netanyahu, zaten ciddi yolsuzluk, rüşvet ve sahtekarlık davalarıyla karşı karşıya. İsrail Başbakanı, esasen kendi şahsi menfaatlerini ülkenin çıkarlarından üstün gören bir anlayışa sahip görünüyor. Geçtiğimiz aylarda yüz binlerce insanı sokağa döken ve ülkenin ruhunu bölen tartışmalı yargı reformu nedeniyle İsrail’in güvenliğinin tehdit altında kaldığını söyleyen Savunma Bakanı Yoav Gallant’ı görevinden almıştı. Daha sonra kamuoyu baskısı altında Gallant’ı görevine iade etti.  Aynı çerçevede Genel Kurmay Başkanı Herzl Halevi’nin yargı reformuyla başlayan huzursuzluğun silahlı kuvvetlerin harekât hazırlık düzeyine yaptığı olumsuz etkiyle ilişkili görüşme talebini reddetmişti. Halihazırda Netanyahu’nun durumu 1973’te Golda Meir’in içerisinde bulunduğu durumdan daha zor. Bu olaydan sonra yüksek olasılıkla siyaset onun için bitecek. Bu noktadan sonra, mümkünse siyasi kariyerini, muhtemel onu beceremeyeceği için, en azından siyasi mirasını, nasıl anılacağını, kurtarmaya çalışacak. Bu nedenle Gazze’de Hamas karşısında ezici bir zafere ihtiyacı var. Hamas’ın rehin aldığı İsrail vatandaşları nedeniyle kara harekatının zamanlaması bir miktar gecikse de bir defa başladığında, İsrail tarafı ne kadar nokta operasyonu yapmaya çalışırsa çalışsın, hem bundan kaynaklı olarak hem de Hamas’ın tahkimat anlayışı sebebiyle, netice bu noktaya gelecektir. 

Bu iyi bir haber değil. Açık ki İsrail sağının Filistinlilerin varlığını inkâr etmenin sözünü etmeye değer bir sonucu yokmuş; iki devletli çözüm tarihi bir anekdottan ibaretmiş; İsrail’in askeri üstünlüğü tüm sorunları çözecek bir anahtarmış, gibi davranmasının bu ülkeye ve bölgeye bir faydası yok. Netanyahu’nun bizzat kendisinin atayarak İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın başına getirdiği Tamir Pardo’nun yakın zamanda Batı Şeria’da İsrail’in uyguladığı sistemi “apartheid” olarak nitelediği hatırlanmalı. (Mâlûmatfüruş Parantezi: Pardo ile ilgili iki ilginç nottan birisi Netanyahu’nun ağabeyi, ve Netanyahu ailesinin esas altın çocuğu, Yonatan’ın Entebbe Baskınında yönettiği özel timin bir üyesi olması. İkincisiyse, babasının bir Türk Yahudisi olması.) Öte yandan Ayalon, yukarıda sözünü ettiğim röportajda, Gazze’de bir kara harekâtına girişmeden, İsrail’in iki devletli çözümü içeren barış çabalarına destek verecek tüm Filistinli gruplarla görüşmeye hazır olduğunun, İsrail’in savaşının topyekûn Filistinlilere karşı olmadığının, Hamas’ın askeri kanadına karşı yürütüleceğinin, öncelikle açıklanmasının en uygun yaklaşım olduğunu belirtiyor. Filistin’de bu yönde çaba harcamaya hazır, meşru temsil gücü bulunan, bir kurumsal siyasi alt yapının oluşturulması için çalışma yapılması gereğinin altını çiziyor. Ayalon, hayalci bir kişilik de değil. Tüm bunlar yapılırken İsrail açısından Gazze’de Hamas’ın askeri gücünün yok edilmesi dışında bir seçeneğin bulunmadığını söylemiş. Mevcut şartlarda önerilerinin hayata geçmesine dair pek bir umudu olmadığını da vurgulamış. 

Dünyanın her tarafında güvenlik bürokratları, hele istihbaratçılar, işleri gereği ketumdur. Normal koşullarda risklerin arttığı, sıcak çatışmanın patladığı, durumlarda emekli bile olsalar eleştirilerini bir yana koyar ve fiili durumu önceliklendirirler. Elbette bunların en yetkin olanları güvenlik sorunlarıyla, yani sonuçlarla, gerçek beka problemlerini, yani sebepleri, ayırmak yeteneğindedir. Kritik anlarda bu defa sebepleri önceliklendirmeyi işlerinin ve vatanseverliklerinin gereği olarak görürler. Bugün İsrail’in içerisinde bulunduğu durum düşünüldüğünde, bu düzeyde iki güvenlik bürokratının bu sözleri söyleme cesaretini gösterebilmiş olması önemlidir. Bu söz konusu ülkenin demokratik reflekslerinin Netanyahu’yu emekliye ayıracağına dair bir işaret kabul edilmeli. Netanyahu bunu bildiği için, zaten şiddete boğulmuş, sertleşmiş bir durumu, iyice hoyrat bir biçimde sürükleyecektir.

Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, perde arkası kanallarda muhakkak rol alacak olmakla birlikte, Suudi Arabistan ve çoğu Arap ülkesi bu noktada sürece uzak duracaklardır. Ayalon’un Le Figaro demecinde doğrudan Hamas’a kaynak sağlamakla itham ettiği Katar’ın sürece dahil olmasını, normal koşullarda, İsrail tarafının istemeyeceği anlaşılıyor. Ayrıca, Suudi Arabistan da bu noktada Katar’a alan açmak istemeyebilir. Katar’ın özgül ağırlığının da tek başına bu konumu kaldıramaya uygun olmadığı değerlendirilebilir. Katar’ın, Türkiye’nin başını çektiği bir süreçte, daha fazla etkinlik göstermek ve bunu daha az elektrik çekerek yapmak, şansı var. Hepsinin kendine göre oynayacağı, kimisi vazgeçilmez, roller olmakla birlikte, ABD, Rusya ve Çin bugünkü koşullar ve konumları tahtında arabuluculuğa uygun değil. Tarafların tümünün bu ülkeler üzerinde “dürüst arabulucu” olarak anlaşmaları kolay olmayacaktır. Avrupa’nın Orta Doğu siyasetindeki ağırlığı, maliyet korkusu, tarihi ve dış politika hantallığı bu rolü oynamasına müsait değil. İran’ınsa hiçbir şansı olmadığı açık. 

Mısır’a gelince; bu ülkenin başı birkaç yönden sıkıntıda. Gazze ile bağlantısını sağlayan Refah sınır kapısını önce kapatan, sonra kısmen açan, Mısır bu kapıyı tamamen açarsa, kaçınılmaz olarak sayısı milyonu aşan, bir göçmen sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Mısır’ın ne siyasi dengeleri ne de ekonomisi bunu kaldırmaz. Dolayısıyla Mısır, Türkiye’nin yüksek bir bedel üstlenerek Suriye iç savaşında izlediği “açık kapı” politikasının bir benzerini kolay kolay takip edemez. Hoş göçmenler konusunda Türkiye örneğini takip etmeyi dünyada başka kim yapar, yapmayı ister, onu da bilmiyorum. Ancak, İsrail ve Hamas savaşının ateş hattında sıkışan yüz binler sınıra yüklenirse Refah sınır kapısının kapalı tutulması fiilen mümkün olmayacaktır. (Testi kırılmadan parantezi: Benzer bir durumun bir noktada sınırımızın güneyinde, İdlib’de de, oluşmayacağını umduğumu belirteyim.) Öte yandan, düşük ihtimal de olsa, Mısır Refah’ı kapalı tutmayı becerirse bu defa da milyonları ölüme mahkûm etmekle suçlanacaktır. İngiltere, Mısır’ın Refah kapısını açık tutması telkininde bulunurken, bir yandan Gazze’de yaşanması muhtemel insani dramı, İsrail için de uygun olacak bir ara formülle yumuşatmayı amaçlar gibi. Öte yandan muhtemelen ABD’nin isteklerinin posta güvercinliği rolünü de oynuyor. Zaten İngiltere İsrail’in güvenliğine katkı amacıyla bölgeye iki adet destek gemisi, personel ve uçak yollayacağını açıkladı. Nerede durduğu açık. Dolayısıyla İngiltere de arabuluculuk rolü için uygun değil. Bu nedenle Mısır’a Refah konusunda verdiği destek, arabuluculuk rolü bakımdan, Mısır’ı potada tutarak kendisini de oyunda tutmak yönünde bir telkin olarak anlaşılabilir.  

Tüm bunların Türkiye için anlamı, ülkemizin diplomatik etkinliğini, küresel ve bölgesel profilini, kuvvetlendirecek bir rol oynamak bakımından uygun bir ortamının bulunduğudur. Dün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde grubu bulunan siyasi partilerin yaptığı ortak açıklama da bu bakımdan önemli. Açıklamada sivillere karşı girişilen eylemlerin tümünün kınandığını ve uluslararası hukuk temelinde iki devletli bir çözümün desteklendiğini gördük. Gerçekçi olmak gerekirse, ve maalesef kaydıyla, ilk aşamada bölgede şiddetin yükseldiğini gözlemleyeceğiz. Bugünkü şartların çok daha vahim bir hale gelmemesi için, uluslararası toplumun kolaylaştırıcılık temelinde şekillenecek bir arabuluculuk ihtiyacı var. Bunun bir talebe dönmesi de çok olasıdır. Bu rolü oynayacak ülkenin, ileride Filistin tarafında siyasi, ekonomik kurumsal kapasite oluşturulması yönündeki çabalara da öncülük etmesi, yüksek ihtimalle, söz konusu olabilir. Bunun için belli bir düzeyde garantörlük mekanizmasının da gündeme gelmesi olasıdır. Bu türden bir rolü oynamaya en uygun ülke halen Türkiye’dir. Bugün Türkiye, içerisinde bulunduğu ekonomik ortam ve uluslararası görünüm bakımından, böyle bir konumlamadan pratik olarak büyük fayda sağlayabilir.  Buradaki risk İsrail’in müdahalesiyle Gazze’de ortaya çıkacak insani manzaranın arz etmesi muhtemel vahamettir. Bu bakımdan çatışmanın şiddetin kontrol altında tutulabilmesi önemli. Türkiye’nin bu noktada da ilk aşamada mesafesini koruyan, yükümlülük altına girmeyen, kendi ağırlığını gereksiz yere sınatmayacak, ancak angaje, bir rol oynaması mümkün. 

Türkiye’de karara alıcıların, hele de Mart 2024 yerel seçimleri öncesi, İsrail operasyonuna “hoşgörüyle” yaklaştıkları suçlamasıyla karşı karşıya kalmak istemeyecekleri açık. Bu eşyanın tabiatı gereğidir. Her ne kadar Türkiye’de kamuoyu, neredeyse her konuda olduğu gibi, bu konuda da bölünmüşlük sergilese de Gazze kaynaklı şiddet görüntülerinin kamuoyunun genel sempatisini hızla dönüştüreceği neredeyse muhakkak. Özellikle son on üç yılın büyük bölümünde yapılan dış politika tercihlerini temel alırsak, karar alıcıların, fıtrat kaynaklı sempatiyle, bu dönüşümün bir parçası, hatta giderek sürükleyicisi, haline gelmeleri kat edilmesi uzun bir zihni mesafe değildir. İsrail’in Gazze harekatının şiddet düzeyine ilişkin beklentim bu noktada çok ümit taşımamama neden oluyor. Bir başka risk unsuru da hem tarafların hem de üçüncü ülkelerin, kendilerine has sebeplerle, Türkiye’ye bu konumun sağlayacağı avantajın da farkında olarak, Türkiye’nin arabuluculuğuna yanaşmamaları. Diğer bir taraftan da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Arap sokağındaki olumlu etkisi, Hamas liderliği ile mevcut diyalog kanallarının etkinliği ve dış politikada uzun zamandır yürütmeyi tercih ettiği lider diplomasisinin sağladığı birikim bu meselede Türkiye’nin işini kolaylaştıran bir unsur olabilir. Burada da risk faktörü olarak Erdoğan’ın bu şekilde öne çıkmasından hoşlanmayacak bölgesel ve küresel siyasi aktörlerin muhalefeti not edilmeli.

Neticede, tüm zorluklara rağmen, Türkiye bölge ve dünya barışının tesisi, insani dram ve kayıpların önlenmesi, kendi uluslararası pozisyon ve çıkarını güçlendirmesi bakımından önemli bir eşikte duruyor. 

Umarım bu eşikten geçmek ve acılara merhem olmak mümkün olur…

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Ezberciliğin rehaveti… 10 Eylül 2024
Eşref-i Mahlûk 26 Temmuz 2024
Tasarı 16 Temmuz 2024
Özne belli! 11 Haziran 2024