Satranç tahtası değil, bilardo masası işte

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Rusya’nın Ukrayna saldırısı dünyamızı başlangıçta hiç de öngörülemeyen bir biçimde değiştirdi. Pasifik’ten Orta Doğu’ya artçı sarsıntıları izliyoruz. Her an her şeyin olabileceği bir dünyada hep hazırlıklı olmak ve özellikle ekonomiyi olası şoklara karşı güçlendirmek önem taşıyor. Doğrusu ya, ekonomik güvenlik hiç bu kadar önemli olmamıştı.

Olup bitenler doğrusu bana 2009 yılında katıldığım bir toplantıda duyduğum bir tespiti hatırlatıyor bugünlerde. Amerikan Dışişleri eski bakanı Madeleine Albright’ın kendi döneminin dışişleri eski bakanlarını bir araya getirdiği Aspen Bakanlar Forumu toplantısı o yıl Ankara’da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) yeni hizmet binasında yapılıyordu. Hatta o binadaki ilk toplantıydı hatırladığım.

Albright işte o toplantıda “Brezinski dış politikayı satranç tahtasına benzetirken aslında yanılıyordu” demişti, “Diplomasi satranç tahtasına değil, aslında bilardo masasına benzer.” Neden? “Siz ıstakayla bir topu hedefler vuruşunuzu gerçekleştirirsiniz, başarılı olur olmaz ama bu arada o anda hedeflemediğiniz birden fazla topun bilardo masası üzerindeki yeri de değişiverir.” Öyle olmuyor mu?

Bakın şimdi olup bitenlere. Rusya yeşil dönüşümün en büyük kaybedeni olmaya adaydı. Sonra Rusya, Ukrayna’ya saldırdı ve bir türlü bitmeyen, Rusya’nın kaynaklarını tüketen bir savaş başladı. Rusya’ya ekonomik yaptırımlar gündeme geldi.

 

Hadi Rusya ve Ukrayna’yı anladık Kuzey Kore ve İran’a ne oldu?

Savaşı sürdürebilmek için, iyice yalnızlaşan Rusya, savunma sanayiinde, Kuzey Kore ve İran’a dayalı bir tedarik zinciri oluşturdu. Şimdi etraftaki tartışmalara bakarsanız İran ve Kuzey Kore, Rus tedarik zincirine bağlanınca hem insansız hava aracı hem de füze yapımında daha önce sahip olmadıkları birtakım kabiliyetler kazandılar. Küresel değer zincirine eklenen ülkenin sanayisine ne oluyorsa İran ve Kuzey Kore’ye de o oldu.

Hadi Kuzey Kore bize uzak ama yakınımızdaki İran’ın ve İran’ın bölgedeki vekillerinin kazandığı kabiliyetler, Orta Doğu’yu karıştırdı. Ukrayna’da bundan iki yıl önce başlayan hadisenin etkileri Gazze’den Lübnan’a ve şimdi Suriye’ye doğru yayıldı. Şimdi merak edilen Irak doğrusu. Aynı bilardo masasında yuvarlanan toplar gibi aslında. Türkiye dahil pek çok ülke şimdi bu hareketlenen toplardan etkileniyor. Dışında kalmak zor. Satranç tahtası değil, bilardo masası dediğim bu işte.

Bölgemize bakınca Türkiye’nin farkını hep akılda tutmakta fayda var. Türkiye için bakıldığında bizim ilk ve önemli farkımız çoğulculuk aslında. Bunu yalnızca siyasi anlamda değil, farklılıkların bir arada yan yana yaşayabilmesi anlamında düşünmek gerekiyor. Bu açıdan Türkiye’yi bölgemiz için bir model gibi değil de bir ilham kaynağı olarak düşünebilmek mümkün.

İkinci önemli fark ise, bir sanayi ülkesi olarak Türkiye’nin ekonomik çeşitliliği. Daha önce birkaç kez vurguladım. Ürün ve pazar çeşitliliği açısından bakıldığında, Türkiye, Çin ve Hindistan ile öne çıkıyor. Şimdi bu çeşitlilikten nasıl bir akıllı ihtisaslaşma stratejisi çıkartacağımızı düşünme zamanı deyip duruyorum.

Burada çeşitlilik deyince akılda olan ülkenin ihracat kabiliyeti. Halbuki biz Paul Krugman’dan bir ülke ekonomisinin gücü söz konusu olduğunda ihracattan önce ithalata bakmak gerektiğini öğrenmiştik. Bu tespit dünyanın her an her şeyin olabileceği bir dünyaya dönüştüğü bugünlerde daha da önemli. Bir ülke ekonomisin güvenliği açısından öncelikle ithalat mallarına ve bu ithalatı nerelerden yaptığınıza bakmanız gerekiyor.

 

İhracatta çeşitlilik artarken ithalat bağımlılığı da arttı

Bugünlerde Amerikan New York Times gazetesindeki köşe yazarlığını sonlandıran Krugman’dan ne öğrendik ithalat konusunda? “İhracat bir ülkenin kendi başına üretemediği, üretme kabiliyetini geliştiremediği malları satın almak için gerekli ödemeyi yapabilmek için katlanılması gereken bir faaliyettir.” Nedir? Üretemediğiniz malları ithal ettiğiniz ülkeler bir ödeme talep ettikleri için ihracat yaparız yani. İthal ettikleriniz ise sizi tanımlar.

Peki, hiç ithalat çeşitliliğine baktınız mı? TEPAV iktisatçılarının hazırladığı yandaki grafikler tam da onu gösteriyorlar. Türkiye 1995 yılında 1500’e yakın ürünü 40 civarında ülkeden ithal ediyordu. Çin 1500 civarında ürünü 40 kadar ülkeden, Hindistan ise 1300 civarında ürünü 50 kadar ülkeden ithal ediyordu aynı yıl.

Sonra 2022 yılında Türkiye yine 1500’e yakın ürünü, bu kez 70 civarında ülkeden ithal ediyor. Çin ise 800 civarında ürünü 70’e yakın ülkeden, Hindistan 1000 civarında ürünü 70’e yakın ülkeden ithal ediyorlardı o yıl. Buraya kadar örüntüde bir gariplik yok aslında.

Tabloya dikkatli bakınca ortadaki örüntüyü şöyle özetleyeyim: Türkiye’nin ithalat yaptığı ürün ve ülke sayısı artarken Çin ve Hindistan’ın ithalatını yaptığı ürün sayısı azalmış. Çin ve Hindistan bir tür ithal ikamesi sürecini başarıyla uygulamaya koymuşlar.

Hatta genelleyeyim, Güney Doğu Asya ülkeleri bir bütün olarak 1995’ten 2022’ye daha fazla sayıda ürünü kendi ülkelerinde üretmeye başlamışlar. Batı dünyasının ithalat bağımlılığı ise, üretim merkezleri doğuya doğru kayarken artmış. Türkiye de Batı ile birlikte ithalat bağımlılığını artırmış bu süreçte.

Türkiye, lafını etmekle birlikte sanayi politikası deneyinde başarısız olmuş. Yapacağım dediklerini yapamamış, daha fazla sayıda ürünü daha çok sayıda ülkeden ithal etmeye başlamış 1995’ten 2022’ye. Gördüğüm vaziyet özetle böyle şimdilik.

Şimdi bu, kuş bakışı görünen manzara, ayrıntılara daha bakarız. Ama doğrusu ya bu durum bile içine girdiğimiz netameli süreçte Türkiye açısından riskleri gösteriyor. Türkiye, üretemediği malların ülkeye gelmesi için daha çok sayıda ürünü daha çok sayıda ülkeye satmak zorunda. Artan ithalatın bedelini ödeyebilmek için ise daha çok sayıda ürünü daha çok sayıda ülkeye satıyoruz.

Bakın daha birden fazla üretim hattını bir fabrikada işletmenin şirket verimliliği üzerindeki olası olumsuz etkilerine filan girmiyorum. Yalnızca daha çok sayıda malı daha çok sayıda ülkeye gönderip gerekli tahsilatları yaptıktan sonra daha çok sayıda malı daha çok sayıda ülkeden almaktan bahsediyorum. Anlatırken bile uzun sürüyor ve maliyetli duruyor doğrusu.

Şimdi Türkiye gibi bir ülkenin ayakta durabilmesi için ne gerekir? Öncelikle ticaret yollarının açık olması, konteynerlerin sınırlarımızdan öteye vızır vızır gidip gelebilmesi gerekiyor. Bu nedenle, sınırlarımızın hemen ötesinden başlayarak konteyner geçişlerini zorlaştıran her istikrarsızlık fena bizim için.

Avrupa’ya geçişler kadar mesela Irak’tan geçişler de bizim için önemli. Unutmayın Irak Türkiye’nin ikinci en büyük ticaret partneri. Şimdi Rusya’yı sınırlandırma operasyonu, kendiliğinden İran’ı sınırlandırma operasyonuna dönüşürken dikkatli olmamız için pek çok sebep var doğrusu. Ekonomik güvenlik artık bu dönemde önemli parametrelerden biri. Bu çerçevede sanayi politikası da ekonomik güvenliğin unsurlarından birini oluşturuyor.

 

Suriye’nin neresinde günde kaç saat elektrik var?

Bu aralar Türkiye’de yoğun bir Suriyeli sığınmacılar geri döner mi merakı var. Hangi kapıdan kaç kişi geçti diye takip ediliyor. Bir taraftan da ortada Türkiye bu işi hızlandırmak için ne yapabilir ilgisi görüyorum ben doğrusu.

Bu süreci hızlandırmak, siyasi bir çözümün yanında yaşamak için gereken temel ihtiyaçların teminine de dayalı. Bakın  grafik 3.  Suriye’nin neresine günde kaç saat elektrik verilebildiğini gösteriyor.

Buna göre, Şam’da günde 7 saat elektrik var. Şam’ın kırsalında ise bu günlük 3 saate kadar iniyor. En uzun süre elektrik alabilen yer İdlib ve Halep. Günlük 11 saat o da ve Türkiye sayesinde. Lazkiye ve Tartus günde 3 saat civarında. Rakka ise 9 saat. Haseke 7 saat günlük. Öyle görünüyor ki, inşaat projelerinden önce, bir elektrifikasyon sürecine ihtiyaç var, Suriye’nin iç savaşla ile birlikte reel olarak yarı yarıya küçülen milli gelirini toparlamak için.

Suriyeli oyun yazarı Saadallah Wannous 1996’da Tiyatro Günü’nde yaptığı konuşmada “Biz umut mahkûmuyuz” demişti “Bugün ne olursa olsun zamanın sonu değil.” Nedir? Bize düşen umut etmek (our lot is to hope) ve tahayyül etmek. Wannous bu konuşmayı yaptıktan bir yıl sonra 1997’de beş yıldır yakasını bırakmayan kanserden öldü. Ne olursa olsun boş vermeyip umudu canlı tutanlar sonunda kazandı. Suriye’de beklenmeyen oldu.  

Şimdi Suriye toparlanırken bize düşen, öncelikle bu hadise Irak’ı da kapsar mı, ticaretimizi nasıl etkiler diye endişelenmek sanırım. Türkiye dünün akıl dışı ekonomik kararlarından kurtulmak için çabalarken bir de başımıza bu hadise çıktı. Öyle anlaşılıyor ki, yapısal reform gündemini düşünürken ekonomik güvenlik birincil endişe kaynağımız olacak.

Tarih, dış politikanın bir büyük satranç tahtası olmayıp bir nevi bilardo masası olduğunu bir kez daha kanıtlıyor zannederim. Doğrusu Madeleine Albright haklı çıktı.

Hayırlısı.

 

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Ve o sırada dünyada… 29 Temmuz 2024