Sancar, Akçiğit, Aghion ve King’ın tanıklığı
“Çin faktörü farkındalığımız yeterli mi?” başlıklı yazımı daha önce hazırladım, 26 Eylül’de yayımlandı. Yazının “merkez düşüncesini” dünyanın önde gelen bilgi derleme ve değerlendirme kuruluşlarının temel ilkesi oluşturdu: “En yüksek değeri bütünsel çözümleme aratır!”
Çin’de yaratılan sonuçlardan çok, süreçleri gözlemenin önemini anlatan yazıda dokuz eğilimden söz ediliyordu:
- İleri düzeyde eğimli işgücü arzı,
- İşgücü maliyetlerinde kademelendirmelerin etkileri,
- Yurtiçi pazar büyüklüğünün ‘ölçeklendirme’ fırsatları,
- Küresel inisiyatifleri destekleyen ekonomik fazlanın üretilmesi,
- Etkili girişimci sermayeyi besleyen ekonomik fazlanın etkileri,
- Kaliteli bilimsel makale üretimde nicel ve nitel olarak öne geçme,
- Uluslararası patent üretimi ve ticari yaşama taşımadaki erişilebilirlik,
- Ülke içinde “dış yatırımları çeken ortam ve iklim” yarılması,
- Proje-odaklı ve fizibilite eksenli yönetimin etkileri gibi eğilim oluşturan ve güçlendiren gelişmeler odağından “Çin faktörünü” analiz etmemiz gerektiği tartışmaya açılıyordu.
Türkiye İş Bankası’nın düzenlediği “Atatürk Vizyonuyla Gelecek Yüzyıla Bakış” başlıklı uluslararası konferansın ilk gününü izleyemedim. İkinci gününde ise başından sonuna dikkatle, özenle ve ilgiyle izledim.
Hoşgörülerinize sığınarak biraz özel bir durumdan söz edeceğim: İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran’ın ikinci gün yaptığı konuşmasında en önemli cümlelerden birinin “İlgi alanımız çok, ama etki alanımız sınırlı” cümlesi olduğunu düşünüyorum.
“Bindiğim at benden akıllı olmasın!”
Aziz Sancar’dan Philippe Aghion’a, Ufuk Ağçiğit’ten Brett King gibi uluslararası düzlemde sözü olan düşünce insanlarının “Çin faktörüne” tam da benim yazımda yaklaştığım açıdan bakmış olmaları önemliydi. Çin’deki gelişmelere değinenlerin hepsi, sonuçlardan çok süreçleri değerlendiriyordu. Yazarken uyguladığım yaklaşımı doğrulayan değerlendirmeleri keyifle not ettiğim.
Aran’ın “İlgi alanımız çok, ama etki alanımız sınırlı” genellemesinin işaret ettiği tehlikeli gidişi bir türlü aşamamış olmamızın nedeni, “kasaba kültürünün” beslediği kolaycılık, sığlık, slogancılık, popülizm ve ölçüyü kaçıran pragmatizm olduğunu düşünüyorum.
O zaman sormamız gerekir: Neden ilgi alanlarımızı etki alanlarına dönüştüremiyoruz?
Bu soruyu değişik boyutlarıyla açıklayabiliriz: Birincisi, ülkemizde “konjonktür fetişini aşarak eğilim izleme aşamasına” geçilemedi. Siyasi iradenin en üst temsilcilerinden, bürokraside yetki olanlara kadar yapılan açıklamalarda, medya kanallarında söz söyleyenlerin konuyu bilme düzeyinde, toplumsal ilgi ve algıyı yönlendirenlerin büyük çoğunluğunda kaygı geleceği inşa etme değil. Hep birlikte büyük bir koro halinde gelecek inşa etme yerine israfın batağında debeleniyoruz. Eğer bu yargıyı test etmek istiyorsanız, herhangi bir tezi oluşturan ve olgunlaştıran bir makale yazınız; doğrudan ve dolaylı ilgili olanlara gönderiniz, geri dönüş oranına bakınız, nerede durduğumuzu çok net gösterecektir.
Güncelin kolaycılığını aşarak, en yüksek değeri yaratan bütünsel değerlendirme özeni aşamasına geçmemiz gerekiyor. Eğer eğilim analizlerine gereken önemi veren bir topluma dönüşemezsek, aynı ortak değerleri savunduğumuz halde birbirini anlamayan, dayanışmayan, güç yaratamayan, etki alanını genişletemeyen vasat ve gelişmekte olan toplum olma tuzaklarını kıramayız.
İlgi alanlarını etki alanına dönüştürmenin önündeki ikinci kasaba kültürü bileşeni “ Bindiğim at benden akıllı olmasın” anlayışının toplumun her kesimine sinmiş olması. Akademik kariyer yapmak için çabaladığım bir zaman kesitinde, bir yetkilinin “Hırslı ve çalışkansın, arkadaşlar seni istemiyor!” demesi, zihnimin iyileşmeyen yarasıdır. Bir büyük şirketin genel müdürünün, “ Benden daha iyi bilenlerle çalışmamak prensibimdir” sözünü anımsadığımda irkilirim. Mühendis bir yakınıma oturmak için aldığım dairenin özelliklerini anlatırken, “Ağabey bana anlatma, ben kıskanç insanım; rahatsız olurum” diyen açık sözlü dürüstlüğünün düz aynalarda nasıl bir toplumu yansıttığını düşündükçe tüylerim diken diken olur. İlgi alanlarını, etki alanına dönüştüremeyen toplulukların tam da böyle bir şey olduğu değerlendirmesini yaparım: Açık sorgulamalardan kaçınan, pusu kuran, arkadan vuran, bende olmayan başkasında da olmasın kıskançlığından beslenen çarpık bir anlayıştır bu.
Bir başka kasaba kültürü tuzağımız, iş yapma metodunu önemsemeyen aşırı pragmatizmin zihinlerimize sinmiş olması. Özellikle “yetmezliğin itişi ve ihtirasın çekişi” her düzlemdeki insanımızda rastlanan hastalık. Yarattığımız ortam, vasat kitlelerin alkışında egosunu şişiren “kifayetsiz muhterisler cenneti.” Ayrıntıları bilme ve anlama özeni göstermeden üretkenlikleri ve verimlilikleri olması gereken düzeye taşınamayacağı bilincini yükseltmeden orta gelir tuzağının arkasında orta kültür tuzağı nasıl aşılabilir ki!
Gerçek ihtiyaçları ve önceliklerini belirleme için net bilginin bilincinde olmayanların ağırlığını kanıtlayan yeterli veri yok. Veri yok, ama net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanmanın gerektirdiği “proje-odaklı iş yapma” aşamasına geçmeden gelişmiş bir toplum olamayacağımızı bilmeliyiz. Proje- odaklı iş yaparsak, eğilimlerin fırsat tehlikelerini, elimizin menzilindeki olanak ve kısıtları, sorgulanmış varsayıma dayalı zihni modelleri ve doğru iş yapma metotlarını kullanabiliriz; yaratmak istediğimiz sonuçlara ulaşabiliriz.
Kendimize ayna tutmalıyız
“Atatürk Vizyonuyla Gelecek Yüzyıla Bakış” başlıklı uluslararası sempozyumda, teknik bilgiler kadar sosyal becerileri geliştirmenin önemine de vurgu yapıldı. “Veri” konusunda bizi bekleyen fırsat ve tehlikeler sorgulandı. Teknoloji potansiyelleri, özellikle “yapay zekâ” bağlamıyla tartışıldı. Kurumların yeni bir dünya düzeni için ne denli önemli araçlar olduğu üzerinde duruldu. Uluslararası normları izlemenin hatta onları belirleyici olanların arasında yer almanın toplumu yüceltmedeki rolü sorgulandı. Yapay zekâ, kuantum hesaplama ve yapay biyolojinin fırsat ve tehlikelerini anlamanın önemi anımsatıldı. Üretkenlikteki ve verimlilikteki gelişme sorunları analiz edildi… Daha bir düzine temel değişkenle yüzleşme zorunda olduğumuz hatırlatıldı.
Emirdağı türküsünde halkın akıl birikimi der ki, “Emirdağı birbirine ulalı/ Altın yüzük parmağına dolalı/ Burnun mu büyüdü gelin olalı…”. Herkesin yaptığı ve yapabileceği işlerle ego şişirmek tam bir kifayetsiz muhteriz özelliğidir; türkünün bize hatırlattığı gibi…
Diyorum ki arkası olmayan, değer üretmeyen, köpük şöhrete oynayan şark kurnazlığı ve kasaba kültüründen beslenenlerin burnu büyüklüğe ve ego şişkinliği her zaman akıl gözünü kör eder. Akıl gözümüzü açık tutmak için süreçler sorgulamalıyız. Süreçleri sorgulama özgüveni gösteremezsek, “toplam faktör verimliliğinde” yerlerde sürünürüz.
İlgi alanımızı etki alanına dönüştürmek istiyorsak, ciddi biçimde kendimize ayna tutmalıyız.