Sahada mı, masada mı?
Dış politika son dönemde Türkiye gündeminin en önemli unsurlarından biri haline geldi.
İktidar kanadının dış politika konusundaki yaklaşımını ise tek bir cümle ile özetlemek mümkün;
“Sahada olan, masada olur”.
Nitekim, Libya, Suriye, Dağlık Karabağ, Doğu Akdeniz ve Ege ; Türkiye’nin sahada olmadığı yer yok.
Ama iş masaya gelince durum farklı.
Yakından bakmakta fayda var;
· Libya’da mesela: Türkiye BM tarafından tanınan Sarraç hükümetiyle 2 kilit anlaşma imzaladı. Askeri işbirliği anlaşması ile Türk askeri ve istihbarat unsurları Trablus hükümetine bağlı birliklerin eğitimini üstlendi. Akdeniz’de deniz yetki alanlarının paylaşımına ilişkin mutabakat muhtırası ise Türkiye’ye Akdeniz’in paylaşılması sürecinde avantaj sağlamak üzere imzalandı.
Türkiye’nin desteği ile Sarraç hükümeti kontrol ettiği toprakları genişletmeyi de başardı. Ama “petrol hilalinin” açılış kapısı Sirte’ye dayandığında, karşısında Fransa’dan Rusya’ya, Birleşik Arap Emirlikleri’nden Mısır’a uzanan geniş bir cephe buldu ve taarruzu durdurmak zorunda kaldı.
İş “kalıcı ateşkese” geldiğinde ise, Türkiye beklentilerinin aksine, masa dışına itildi. Ateşkes masasının kurulmasında başat aktör Mısır olunca, “kalıcı ateşkes anlaşması” da Türkiye’yi pek memnun etmeyecek şekilde çıktı.
Anlaşmanın maddelerinden biri, ülkedeki tarafların imzaladıkları tüm askeri eğitim anlaşmalarının “askıya alınmasını”, yabancı eğitmenlerin ülkeden “derhal” ayrılmasını öngörüyor. Anlaşmada Türkiye’ye doğrudan atıf olmasa da, bundan en çok Libya’da görev yapan Türk eğitim personelinin etkileneceği açık.
Ankara ateşkes anlaşması konusunda resmi düzeyde sessizliğini korurken, ismi açıklanmayan yetkililer aracılığıyla, “anlaşmanın ilgili maddesinin Türkiye-Libya anlaşmasını içermediği” bilgileri sızdırılmaya başlandı.
Ancak dünyadaki hava, ne ABD, ne Rusya, ne Avrupa ülkeleri, ne de Arapların böyle düşünmediğini, ateşkes anlaşmasındaki o maddenin doğrudan Türkiye’yi kastettiğine işaret ediyor. Yani önümüzdeki dönemde Libya konusunda dünya ile Ankara arasında bir restleşmenin eli kulağında.
Bir sonraki aşama ise daha vahim;Türkiye’nin masada olamadığı siyasi süreçle kurulacak hükümetin, Libya ile imzalanan deniz yetki anlaşmasından da geri çekilmesi şaşırtıcı olmaz.
· Suriye’de de durum benzer; Türkiye’nin Suriye’deki en büyük sıkıntısı olan PKK terör örgütü bağlantılı PYD-YPG’nin “arka kapıdan” Cenevre’deki siyasi çözüm masasına oturtulmasına çalışılıyor. Bu çalışmayı yapanların hem ABD, hem de Rusya olması, Türkiye’nin bu konudaki itirazlarını daha da duyulmaz hale getiriyor.
İdlib’de de durum pek iyimser değil; Rusya destekli Şam ordusu son İdlib’de sürekli kontrol ettikleri alanı genişletiyor. O kadar ki, Türkiye’nin Rusya ile mutabakat çerçevesinde bölgede kurduğu gözlem noktaları bile Esad ordusunun kuşatması altında kalmıştı. Bu ay sessiz sedasız kuşatma altındaki 4 Türk gözlem noktasını boşaltıldı. Askerler ve teçhizat, yine İdlib içinde ama Türkiye sınırına daha yakın yerlere taşındı.
· Dağlık Karabağ’da ise, Azerbaycan’a sahada verilen lojistik desteğe rağmen, Türkiye masaya oturamadı. Ateşkes masasını Rusya kurarken. ABD, AB ve özellikle Fransa masada “Minsk grubu” eş başkanları olarak yer buldu. Rus Lider Putin, Azerbaycan eliyle gündeme getirilen 2+2, yani "Masada Ermenistan-Azerbaycan'ın yanısıra Rusya ve Türkiye olsun" önerisini diplomatik bir manevrayla geçersiz kıldı. Putin, "Türkiye de zaten Minsk grubu içinde" diyerek, Fransa'nın "eş başkan" olarak oturduğu masada Türkiye'ye Fransa'nın etkinliğinin çok daha altında bir rol biçti.
· Doğu Akdeniz’de de durum farklı değil; Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın yıllardır ince ince dokudukları diplomatik ağ, Türkiye’nin karşısına Arap ülkelerinden Rusya’ya, ABD’ye, Fransa/AB’ye ulaşan koca bir cephe yarattı. Türkiye ise en haklı olduğu davada tek başına kaldı.
Tüm bu yalnızlaşma/dışlanma sürecinin sonraki aşamasını ise tahmin etmek güç değil;
Ekonomik sıkışmışlık, içe kapanma ve güvenlik/özgürlük dengesinde güvenliğe daha çok yüklenilmesi.
Türkiye’nin bu sarmaldan çıkmasının yolu ise “sert güç” olan askeriyeye değil, yumuşak güce, diplomasiye, demokrasiye, ekonomik kalkınmaya ağırlık vermekten geçiyor.