Sadece haklı olmak yetmiyor
Son günlerde Kıbrıs’taki gelişmeler kamuoyumuz yanında dünya kamuoyunu da yeniden meşgul etmeye başladı. Sorunun kökeninde Kıbrıslı Rumların Türk tarafını ortaklık kuracakları bir toplum olarak kabul etmemeleri yatıyor. 1960’ta “iki toplumun eşit olduğu” ilkesi üzerine bina edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Rum tarafı daha ilk günden itibaren Türkleri dışlamak, ezmek ve sonunda yok etmek stratejisine sarılarak kuruluş sözleşmesini ihlal etti. Bu tutumunu değiştirmek için gösterilen çabalar sonuç vermedi. Tam tersine, Yunanistan’da yönetime el koyan askeri cunta, siyasi desteğini arttırmak için Rum tarafını Kıbrıs’a tamamen egemen kılmaya gayret etti. Fakat hesapları şaştı. Barış Harekâtı ile bu girişimleri başarısızlığa uğradığı gibi, güneyinde Rumların, kuzeyinde Türklerin egemen olduğu iki Kıbrıs ortaya çıktı. İki Kıbrıs’ı birleştirme çabaları da bütün uğraşlara rağmen sonuç vermedi. Birleşik bir Kıbrıs kurulmasının önündeki en büyük engel Rumların Türklerin eşitliğini kabul etmeyen tavrıdır. Buna rağmen, dış dünyada her zaman birleşmeye direnen tarafın Türkler olduğu düşünülmüştür.
Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa’da Sovyet sisteminden kurtulmuş devletleri kendi saflarına katmasını öngören büyük genişleme aşamasında, nasıl olduysa bu sürecin bir parçası olmayan Güney Kıbrıs da üye yapılacaklar listesine alındı. Yunanistan “Kıbrıs’ı almazsanız tüm genişleme sürecini veto ederim” diye şantaj yaptı. AB, kendi içlerinde ya da komşularıyla sorunları olan ülkeler üye olmak istiyorlarsa, üyelik aşamasına sorunlarını çözmüş olarak gelmeleri ilkesini benimsemişti. Ne hikmetse, bu kural Güney Kıbrıs konusunda hiçe sayıldı. Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan ve Ada’nın birleşik bir hükümete kavuşmasını sağlayacak Annan Planı’nın Rumlar tarafından kahir bir ekseriyetle reddedilmesine rağmen Güney Kıbrıs AB’ye üye yapıldı. Rum şantajına boyun eğen üyeler ise, bu eylemlerinin birleşmeyi teşvik edeceğini iddia ederek çocukların bile inanmakta güçlük çekeceği açıklamalar yaptılar.
Tahmin edilebileceği gibi, Güney Kıbrıs’ın AB üyesi yapılmasıyla, sorunun çözülmesi daha da güçleşti. AB daha önce çözüme katkıda bulunabilecek bir aktörken, Rum tarafının ve Yunanistan’ın peşinden sürüklediği bir uydu oldu. Muhtemelen bazı AB üyeleri Türkiye’nin AB üyeliği yolunda ilerlemek uğruna Kıbrıs’ta fedakârlık yaparak Rumların görüşüne yaklaşacağını ümit etmişti. Bu konuda Türkiye tahmin ettiklerinden daha dirençli çıktığı gibi, Türkiye ile ilişkilerin üyelik yönünde ilerlemesini zaten istemeyen bir kısım AB üyesi de, Kıbrıs ve Yunanistan’ın arkasına sığınarak çözüm yönünde ilerlenmemesine müsait zeminin süregelmesine destek verdiler. Bugün varılan noktada, Birleşmiş Milletler Ada’nın birleşebilmesi için yaptığı girişimlerde hep aynı duvara çarpıyor: Rum tarafı Türklerin eşit ortak oldukları fikrini kabullenemiyor, böylece görüşmeler başlamadan bitiyor.
Olayların seyrine baktığınız zaman, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Türkiye’nin, “birleşmek mümkün değil, iki ayrı devletin varlığının kabul edilmesi zamanı geldi” tezine yönelmeleri haklıdır. Üstelik, Doğu Akdeniz’deki enerji potansiyelinin değerlendirilmesi sürecinde her iki ülkenin de dışlanmaya çalışılması, bu tutumu daha da anlaşılabilir kılıyor. Buna karşılık, Türkiye’nin izlediği çizgiyi destekleyen herhangi bir ülke bulunmuyor. En yakın ilişkide bulunduğumuz, uğruna kan dökmeye hazır olduğumuz dost ülkeler bile nezaketi aşan bir anlayış veya destek göstermiyorlar. Durum böyle olunca, kendimizi ne kadar haklı görürsek görelim, sanıyorum, neleri yanlış yapıyoruz diye sormamız gerekiyor.
Çözümlememize, uluslararası ilişkileri yönlendiren kavramın haklılık olmadığını saptayarak başlayalım. Ülkelerin dış politikada tek saikle hareket ettiğini söyleyemesek de, en güçlü saik yöneticilerin tanımladığı şekliyle ulusal çıkardır. Bu da bizi ikinci sorumuza götürüyor, acaba yöneticilerimizin tanımladığı çıkar topluma daha fazla güvenlik ve maddi çıkar sağlayacak, eldeki imkânlarla hedefler arasında gerçekçi denge kuran nitelikte midir, yoksa yüksek maliyet getiren, kaynakların boşa harcanması ile sonuçlanan bir kavramsallaştırma mıdır? Tabii, üçüncü bir soru daha sormamız gerekiyor. Hedefleri elde etmek için başvurulan yöntemler etkili midir, sonuca götürücü müdür? Bu soru listesini uzatmak mümkündür. Şu anda Kıbrıs gibi haklı olduğumuzu bildiğimiz bir sorunda dahi istediğimiz sonuçları alamıyor ve uluslararası alanda yalnızlığa mahkûm oluyorsak, bazı şeyleri yanlış yaptığımıza, bu sorulara isabeti tartışmalı cevaplar vermediğimize hükmetmek gerekiyor. Demek ki, siyasette haklı olmak tek başına yeterli olmuyor. Başkalarının sizi desteklemesini sağlamanız lazım. Bu da sert demeçlerle, tehditlerle sağlanamıyor, iyi planlanan ve devletin kurumlarının ahenk içinde uyguladığı politikalarla mümkün oluyor. Bilmiyorum meramımı anlatabildim mi?