Sabır, tedbir ve hassasiyet: Zarf Kebabı
GÖKHAN TURHAN
Sizlere bu sayfada soframızın misafirlerinin öykülerini anlatmaya çalıştım. Sadece yediklerimiz değil, içtiklerimizin de. Her yemeğin bir öyküsü var ona ismini ve lezzetini veren. Bizler için de bir hikayesi... Damağımızdan giren tatların dimağımızda bıraktığı yaşanmışlıklar. Annem mantarı sevmez. Geçmişte mantar yedikten sonra hastalandığını hiç aklından çıkarmamış. Kardeşim de tavuk ile bir türlü barışamadı. Çocukluğunda beslediği tavuklardan ötürü. Yemeğin küresel öyküleri bazen de kişiselleşiyor bıraktığı acı öykülerle.
Öykü demişken bugünlerde keyifle okuduğum bir romanı ve dikkatimi çeken bir yemeğin hikayesini sizlerle paylaşmak isterim. Saygın Ersin’in 17 dile çevrilen Pir-i Lezzet kitabını okumadıysanız tavsiye ederim, oldukça lezzetli bir eser. Geçmişini, sevdiklerini hatta ismini kaybeden bir şehzadenin Topkapı Sarayı’nda başlayan öyküsü inanılmaz. Bağdat, Hürmüz ve İskenderiye’yi gezen genç şehzade kaybettiği her şeyi geri almak için gördüğü yörelerdeki yemeklerin hayatına girmesiyle İstanbul’a aşçıbaşı olarak döner.
BİLGİDEN ÖNCE İLGİ GEREKİR
Türkçemizde artık çok fazla yer tutmasa da pişmek sözcüğünü Matbah’ta olgunlaşmak olarak görür. Gördüklerini ise Zarf Kebabı ile birleştirir aslında. Zira Zarf Kebabı, hayatın ta kendisidir. Pir-i Lezzet kitabında verilen yemeğin sözlerini şu cümleyle özetliyordu: “Zarf Kebabı’nı ilk duyduğunda ne kadar takdir etmişse bir o kadar kızıyordu ustasına. Kendi kendine ‘Böyle zor, böyle hassas bir yemeği seçmenin ne lüzumu vardı’ diyerek söylenip duruyordu. Kebapların en meşakkatlisi olarak bilinirdi bu yemek.”
Zarf Kebabı’nın zorluğu ise romanda hayatımızı da özetliyor aslında. Tarifi eserde olduğu gibi sizle anlatayım: “Hindi, tavuk, ördek palazı ve birbirlerinin içine konularak pişirilirdi. Önce hayvanları ayrı ayrı, sularını birbirine karıştırmadan ve de kararında haşlamak, sonra da hepsini iç içe koyup tek bir şişe geçirerek, en dıştakini yakmadan, en içtekini de çiğ bırakmadan ateşte döndürmek gerekirdi. Bilgi ve görgüden daha çok sabır, maharet işiydi. En ufak bir umursamazlık ve küçücük dikkatsizlik her şeyin mahvına sebep olup, aşçıların şahı olsanız kâr etmezdi…”
Zarf Kebabı’nın bu zor ama insanı etkileyen tarifi elbet padişahın da ilgisini çekmişti. Hem de Padişahı büyük bir orduyla av seferine çıkaracak kadar hem de.
İKTİDARLARIN GÜCÜ SOFRADAN GELİR
Romanda yemeklerin insan psikolojisi üzerindeki etkisi kitabın pek çok yerinde işleniyor. Pir-i Lezzet eserinde “Lezzet ağızda başlar ama zihinde biter. Senin kabiliyetin lezzetlerin uyandırdığı tüm gizli hislere hükmedecek kadar kuvvetli. Sen hislere hükmetmeyi öğreneceksin!” cümleleriyle iktidar biçiminin nasıl işleyeceğini de açıklamış oluyor.
Zira geçmişten bu yana tarihin her noktasında Babil’de İnka’da, Sümer’de Afrika’nın bilinmeyen kabilelerinde, Roma’da Çin’de kurulmuş tüm yönetimler Latince söylendiği gibi “Do ut des” yani “Ver ki alasın” düsturuyla yönetilmiş değil midir?
Şenlikler, ziyafetler, binlerce kişiye verilen sofralar yönetimi buluşturmak ve kolaylaştırmak için verilmedi mi? Zarf Kebabı’nın bu yemekler arasında farkı ise zorluğu kadar hayatımızı özetlemesi gibi geliyor bana.
Sabırlı, dirayetli, anlayışlı, kararlı ve tutarlı olmanın hayatımızı çizen yolun köşe taşları değil midir? Kurduğumuz şirketler oluşturduğumuz yönetimler, edindiğimiz ürünler, Ar-Ge’ler, ihracat adımları pazar arayışları önce sabırla başlıyor. Başarıyı ise sabrımızın yardımıyla edindiğimiz tecrübe ve dirayetle kazandığımızı göstermiyor mu?