Rezerv meselesinden çıkarılacak dersler
Krizlerden kısa vadede genelde üç yolla çıkılmaya çalışılır. Para politikası kullanılır, maliye politikasına başvurulur ve dışarıdan kaynak girişi sağlanır. Birçok ülke koronavirüs krizine karşı yanıt olarak aşağı yukarı bu üç yola başvurdu. Para politikası aktif olarak kullanıldı, faizler düşürüldü ve bankalara likidite sağlandı; mali önlemler ve destekler devreye sokuldu; dış finansman sorunu olanlar ise uluslararası piyasalardan ya da uluslararası kuruluşlardan kaynak sağlamaya çalıştılar.
Ancak bizde biraz daha farklı ve karmaşık bir yöntem kullanıldı. Neden bu yola başvurulduğu ise anlaşılamadı, çünkü anlaşılabilir değildi. Para ve maliye politikası kullanıldı, piyasalar likit tutulmaya çalışıldı. Ancak son açıklamalardan öğreniyoruz ki, Türkiye piyasalara döviz likiditesi sağlarken bunu Merkez Bankası üzerinden gerçekleştirmek yerine önce Hazine ve oradan da kamu bankaları aracılığıyla yapmış. Normal şartlarda 2001 yılından bu yana Merkez Bankası bu tür operasyonları yapar ancak aracı kullanmazdı. Şeffaf ve çoğunlukla önceden açıklanmış yöntemlerle gerçekleştirirdi. Ve daha da önemlisi bir kur hedefinin olmadığını sürekli olarak vurgulardı. Çünkü döviz kurunun bir politika aracı olarak kullanılmadığı dalgalı kur rejimlerinde merkez bankaları, ne nominal ne de reel herhangi bir kur hedefi belirlemezler. Peki ne yaparlar? Eğer döviz kuru ekonomik temellerden belirgin şekilde sapmışsa, kurda oynaklık artmışsa, kurdan kaynaklı fiyat istikrarı ve finansal istikrara yönelik riskler oluşmuşsa herhangi bir hedef gözetmeksizin tedbir alırlar.
Ancak görüyoruz ki, geçen yılı ve hatta 2019’u farklı kılan tüm bu karmaşık operasyonların arkasında bir kur hedefinin olmasıydı. Görünen o ki, kamu bankaları geçen yıl 130 milyar dolar dolayında döviz sattılar çünkü onlara “dolar kuru 7 lirayı geçmesin” denilmişti. Bankalar bu dövizleri Hazine’den, Hazine de Merkez Bankası’ndan aldı. Rezervi hızla eriyen Merkez Bankası ise bu satışlar sürerken reeskont dönüşlerinin yanı sıra bankalarla yaptığı swaplarla rezervleri tutmaya çalıştı.
Bu karmaşık müdahale ve şapkadan çıkarılan tavşanlar bir şeye yaradı mı?
Bu hafta Mahfi Eğilmez’in “Kendime Yazılar” isimli bloğunda çok açık ve anlaşılır bir şekilde ifade ettiği gibi 1) Bir süre baskılamayı başarsa da sonunda kurdaki artışı engelleyemedi. 2) Bir süre faizleri baskılasa da faizlerin artmasını önleyemedi. 3) İşsizliğin artmasına ve reel ücretlerin gerilemesine engel olunamadı. 4) Rezervlerin erimesine ve Türkiye’nin risk primi ile dış borçlanma maliyetlerinin artmasına yol açtı.
Türkiye’ye bedeli oldukça maliyetli olan bu başarısız deneyimden çıkarılacak bazı dersler var:
Daha önce de örneklerini gördüğümüz bu tür dolambaçlı arka kapı yöntemleri kısa vadede sonuç veriyormuş gibi görünse de orta vadede işe yaramadığı gibi durumu daha da kötüleştiriyor. Bundan 28 yıl önce de zamanın başbakanı Tansu Çiller ve ekibi tarafından böylesi karmaşık ve dolaylı yöntemler denenmiş, ama sonu krizle bitmişti.
Ne kadar basit o kadar iyi. Para politikasının belli doğruları ve kuralları vardır; bunlara göre uygulanmalıdır. Mesela “imkansız üçleme”yi unutmamak gerekir. Yani bir ekonomide sermaye hareketleri serbest ise aynı anda hem faizi hem de kuru kontrol edemezsiniz. Denemeyin, olmuyor. Sonra olan ekonomiye oluyor, ülke yıllarını kaybediyor.
Eğer büyüme ve istihdam desteklenmek isteniyorsa bunun araçları farklıdır; başvurulacak maliye ve gelirler politikaları, yapısal aksiyonlar vardır. Enflasyon hedeflemesi rejimi izleyen bir merkez bankası üzerinden bunu yapamazsınız.
Merkez Bankası ve kamu bankaları Ankara’ya ne kadar mesafeli olurlarsa Türkiye ekonomisi için o kadar iyidir. Türkiye yılların tecrübesinden sonra 2001 yılında Merkez Bankası’nı bağımsızlaştırmış, kamu bankalarını yeniden yapılandırmıştı. 2001 krizinde farkına varıp, düzeltmek için reformlar yaptığımız bu gerçeği ilerleyen yıllarda atılan geri adımlar sonrası bir defa daha hatırladık. Belki de rezerv meselesinden çıkarılacak derslerin en önemlisi budur.