Rasyonele dönüş çok mu yavaş?
Soru şu: Bu coğrafyada neden düzgün bir ekonomi politikası tasarlayamıyoruz? Nedenler çok çeşitli. Bilgi ve deneyim eksikliğinden ve liyakatsiz kadrolardan tutun da siyasi avantaj elde edip seçim sonuçlarını iktidarın lehine çevirmeye çabalamaya kadar geniş bir yelpaze söz konusu. Sonuncusu için iktisat yazınında geliştirilmiş çok sayıda model var. Oysa yelpazenin diğer ucunda yer alan olası nedenler için ancak spekülasyon yapmak, belki bir ölçüde de gözlemlere dayanmak mümkün. En iyisi, nedenleri bir tarafa bırakıp Haziran 2023’te uygulanmaya başlanan ‘rasyonele dönüş’ programında yaptığımız hataları ele alayım. Bu hatalar, son otuz yılda yaptığımız ve bizi krize sürükleyen hatalar gibi değil. Aksine bir şeyler düzeltilmeye çalışılıyor. Ama o hatalar nedeniyle programın sürdürülebilme olasılığı azalıyor ve program uygulamaya konulduğunda mevcut olan önemli sorunlarımızın bir kısmı tekrar hortluyor, hatta ağırlaşma emareleri gösterebiliyor.
Haziran 2023’te düğmeye bastığımızda nasıl bir ekonomi vardı? Ödemeler dengesi krizinin eşiğindeydik, risk primimiz oldukça yüksekti ve kur korumalı mevduat belası vardı başımızda. Bütçe açığı kontrolden çıkma belirtileri gösteriyordu, finans dışı şirketlere ve bankalara getirilen bir dizi kısıtlama söz konusuydu. Enflasyon -ama o zaman için TÜİK tarafından açıklanan enflasyon demek gerekir- yüzde 40 iken politika faizi yüzde 8,5 düzeyindeydi. Dolayısıyla döviz (ve altın) talebi çok yüksekti. Açıklanan istatistiklere güven sorunu ortaya çıkmıştı ve her an Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesinin yolunu açan –sonradan Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği- bir düzenleme mevcuttu.
Bu sorunların çözülmesi için öncelikle politika faizini enflasyonla uyumlu bir düzeye çıkarmak ve bütçe açığını kontrol altına alan adımları atmak gerekiyordu. Bu adımlar atılarken yük yüklenebileceklerin sırtına konulmalıydı. Sarsılan güveni sağlamak için TÜİK’in yapısını değiştiren radikal kararlar almak, Merkez Bankası Başkanının her istenildiğinde görevden uzaklaştırılmasına cevaz veren kararnameyi yürürlükten kaldırmak ve şirketler ile bankaları gereksiz yere kısıtlayan kararları yok etmek gerekiyordu. Bunlar olmazsa olmazdı; bu adımların atılmasıyla güveni yeniden sağlamak, risk primini düşürmek ve enflasyonla mücadele mümkün olurdu.
Ancak önemli bir sorun daha vardı: Mayıs 2023 seçimleri öncesinde döviz kuru suni ve sürdürülemez bir baskı altındaydı. Bu baskıyı kaldırmak –döviz satmayı durdurmak ve gereksiz kısıtlamaları yok etmek- gerekiyordu. Bir yandan bu sürdürülemez tam saha baskı kalkarken, politika faizinin de enflasyon ile uyumlu bir düzeye gelmesiyle döviz kurunun ‘dengesine’ doğru yönelmesi beklenirdi. Ama soru şuydu: Politika faizi birden mi yükseltilecekti? Mesela tek toplantıda olmasa da iki-üç toplantıda mı bu iş tamamlanacaktı? Yoksa kademeli mi artış yapılacaktı. Tek toplantıda keskin faiz artışının sakıncaları olabilirdi; çünkü içinden çıkılması zor kısıtlar yumağı vardı ama iki-üç toplantıda süreç sonlandırılabilirdi. İkinci seçenek ise işi sündürmek anlamına geliyordu. Faiz enflasyonla uyumlu bir yere bir türlü çıkmadığı için döviz kurunun ‘gereğinden fazla’ sıçraması tehlikesi vardı. Dahası, ‘fazlasına izin olmadığı’ spekülasyonlarını körükleyerek risk priminin istenilen ölçüde düşmemesine yol açabilirdi. Bu koşullar altında enflasyonun, ilk seçenekte ortaya çıkacak sınırlı artıştan çok daha fazla yükselmesi tehlikesi vardı.
O zamanlar bu köşede yayımlanan yazılarım arşivde: Ben ilk seçenekten yanaydım. Tek toplantıda değil ama iki, bilemediniz üç toplantıda enflasyonla (gerçek enflasyon her neyse) uyumlu bir düzeye çıkarılabilirdi faiz. Yetmezdi. Yukarıda saydığım diğer olmazsa olmazların da yapılması gerekiyordu. Ne var ki politika faizinin artırılması süreci gereğinden fazla sürdü. Üstelik politika faizinin gerçekte açıklanandan düşük olmasına yol açan, döviz rezervini ancak geçici olarak artıracak swap anlaşmaları yapıldı. Bu anlaşmalar azımsanmayacak bir süre devam etti. Maliye politikasında ise asıl yük yüklenebileceklerin sırtına konulmadı. Asgari ücretin açlık sınırının altına düşmesine ses çıkarılmadı. TÜİK’e ilişkin bir adım atılmadı. Merkez Bankasını rahatlatacak ve güveni artıracak yasal değişikliğe gidilmedi. Kısacası, olmazsa olmazların pek azı yapıldı.
Politika faizini enflasyona uyumlu bir düzeye getirdiğinizde, bu politikanın azımsanmayacak bir süre devam edeceği düşünülüyorsa, döviz kurundaki artış, enflasyonun altında kalmaya başlıyor. Yerli para değerleniyor. Bu enflasyonla mücadele açısından kaçınılmaz. En azından iki nedenle: Birincisi, enflasyonla mücadelenin ilk koşulu yerli paraya olan güvenin artması. Bunu sağlayabiliyorsanız yerleşiklerin döviz talebi azalıyor, yerli para cinsinden mali varlıklara talebi artıyor. İster istemez yerli para değerleniyor. Süreçte yabancılar da devreye giriyor; döviz getirip yerli para cinsinden mali varlıklar alıyorlar. Döviz arzı yükseliyor; yerli para daha da değerleniyor. İkincisi, üretimde ithal girdi kullanımı çok fazla. Bu bir yapısal sorun ama bir çırpıda çözülmesi mümkün değil. Üretim maliyetlerindeki artışı –enflasyonu- kontrol altına almak için de döviz kuru artışının sınırlı olması gerekiyor.
Ne var ki faiz artırma sürecini zamana yayınca ve program da eksik olunca şöyle bir açmaz çıkıyor ortaya. Enflasyon istediğiniz ölçüde düşmüyor ama döviz kuru hep enflasyonun altında artıyor (öyle olması zorunluluğu çıkıyor). Ekonomide yavaşlama/daralma eğilimleri gözleniyor. Hele bir de kredi faizini çok yükselten ek makro ihtiyati (olduğu söylenen) önlemler alıyorsanız. Çeşitli olumsuzluklara yol açıyor bunlar. Birincisi, şikâyetler yaygınlaşıyor. İhracat yapan sanayici, ihracat yapmayan sanayici, esnaf, emekliler ve ücretliler; kimse halinden memnun olmuyor: Kim sahiplenecek programı? İkincisi, ara malı ithalatının göreli olarak ucuz kalması ara malı ithalatı kullanımını yükseltiyor (oysa zaten yapısal sorunlardan biri buydu). Üçüncüsü, döviz kurunun öngörülebilir gelecekte kontrolden çıkmayacağı bekleniyorsa, döviz cinsinden borçlanma eğilimleri artıyor (döviz cinsinden yükümlülük çoğaltma eğilimleri hortluyor). Dördüncüsü, enflasyon beklentileri istenilen düzeylere gerilemiyor ve dolayısıyla fiyatlama davranışları yeterince düzelmiyor.
Tüm bunlara rağmen, sabır gösterilirse 2025 sonunda enflasyon hedeflenen düzeye olmasa bile ona yakın bir düzeye düşebilir. Ama sonrası? Şikâyetler artıyorken siyaset daha fazla sabır gösterir mi? Yoksa Türkiye yüzde 25-30 düzeyinde bir enflasyonla ve oynak bir büyümeyle yoluna devam etmeye mi çalışır? Öyle yaparsa enflasyon o düzeyde ne kadar kalır? Bir anlamda 1990’lara mı döneriz?