Piyasaların likidite bağımlılığı
Geçen hafta bu seneki Nobel ekonomi ödüllerini irdelediğim yazıda Bernanke’nin o günün şartlarında doğru bir politika uygulayarak ultra düşük faizler ve o güne kadar uygulanmamış niceliksel gevşeme tedbirleri sayesinde ABD ekonomisinin ve belki de tüm dünya ekonomisinin Büyük Buhran benzeri derin bir ekonomik krize girmesini engellemiş olduğunu ifade etmiştim. Ancak aynı zamanda da geçen seneye kadar devam ettirilen ultra düşük politika faizi ve niceliksel gevşeme programlarının bağımlılık yaratan etkilerinin bugünlerde çokça tartışılmakta olduğunu da vurgulamıştım.
Nitekim daha 2 hafta önce yeni (ama yakın bir zamanda “eski” olabilir) başbakan Truss’ın kendi partisi tarafından bile eleştirilen yanlış ekonomi politikaları uygulamaya kalkışması ile birlikte sterlinde ve İngiliz devlet tahvillerinde (gilt) görülen rekor düzeydeki satışlar karşısında İngiltere Merkez Bankası (BOE) daha önce ilan ettiği niceliksel gevşemeyi geri çekme programından 180 derece çark ederek, İngiliz devlet tahvillerinden yüklü miktarda satın almak zorunda kaldı. Bilançosunda 840 milyar sterlin kadar gilt bulunan BOE 12 ay içerisinde 80 milyar sterlin tahvil satmayı düşünürken yaklaşık aynı miktarda ek tahvil satın aldı. Bu tedbirler ve ekonomi bakanının değiştirilmesi ile birlikte gilt fiyatları “şimdilik” bir stabilite kazanmış gözüküyor. Ancak görünen o ki, sadece İngiltere değil, tüm gelişmiş ekonomilerde son 12 yılda niceliksel gevşeme yoluyla piyasaya verilen likiditenin geri çekilmesi kolay olmayacak.
Eski Hindistan Merkez Bankası guvernörü akademisyen Raghuram Rajan konuyla ilgili yeni bir çalışmasında finans sektörü ucuz likiditeye bağımlı hale geldiğinden, QE'nin tersine çevrilmesinin oldukça zor olabileceğini ortaya koyuyor. Rajan’a göre bu bağımlılık çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor. Likidite bolluğu aynı zamanda çok düşük faiz anlamına geldiği için ticari bankalar atıl duran bu likiditeye getiri kazandırmak amacıyla diğer oyunculara gerektiği zaman likidite desteği sağlayan kredi limitleri açıyorlar. Bunlar daha yüksek kredi kartı limitleri, varlık yöneticilerine ve finansal olmayan şirketlere koşullu kredi limitleri ve spekülatörlerin (ki bunlara getirilerini artırmak için kaldıraç yaratan emeklilik fonları da dahil) ek nakit teminat ihtiyaçlarını karşılama şeklinde olabiliyor. Özetle, QE dönemlerinde, finans sektörü likidite üzerinde önemli “potansiyel” talepler yaratarak, ihraç edilen rezervlerin çoğunu etkin bir şekilde tüketmiş bulunuyor. Böylece acil durumlarda kullanılabilecek gerçek yedek likidite miktarı piyasaya sürülen QE fonlarından çok daha küçük olabiliyor ve bu (İngiltere’de olduğu gibi) kamu kaynaklı bir şok durumunda büyük bir sorun haline gelebiliyor.
ABD’de de FED’in niceliksel azaltma (QT) programı sırasında finans sektörünün sağladığı kredi limitlerini aynı hızda azaltamadığı görüldü. Bu durum da sistemi şoklara karşı savunmasız hale getirebiliyor. Nitekim, örneğin Eylül 2019’da ABD hazinesinin az bir miktar likiditeyi piyasadan çekmesi bile Fed'in QT programına ara vererek likidite enjeksiyonlarını sürdürmesine neden oldu. Tabii, sonrasında pandemi ile birlikte piyasaların likidite ihtiyaçları gene yüksek bir artış gösterdi.
Sonuçta QE'nin ölçeği ve süresi ne kadar büyük olursa, finansal piyasaların alıştığı likidite o kadar fazla oluyor ve merkez bankalarının bilançolarını normalleştirmesi de o kadar uzun sürüyor. Para politikası otoriteleri bu nedenle kendilerini çok zor bir durumda bulabilirler. Örneğin bugünlerde gördüğümüz gibi bir merkez bankası enflasyonu düşürmek için faiz oranlarını yükseltebilir. Ancak aynı zamanda devlet tahvili piyasalarını istikrara kavuşturmak için aynı anda likidite de sağlaması gerekebilir. Bu da haliyle bir merkez bankasının politika duruşu hakkında karışık bir mesaj gönderen ve aynı zamanda enflasyonla mücadeleyi de uzatabilecek olan bir durum.
Merkez bankalarının her zaman piyasalara nihai likidite sağlama görevi olsa da, bunu sürekli, büyük ölçekli bir temelde yapmak tamamen farklı nitelikte bir operasyon. Rajan’ın bulguları QE'nin tersine çevrilmesinin oldukça zor olacağını göstermekte. Merkez bankalarının da sistemi bu kadar savunmasız ve likidite bağımlısı hale getirmedeki kendi rolleri üzerinde düşünmeleri gerekiyor.