Pazara kadar değil, mezara kadar…
Yerel seçimlere giden yolda açılması mukadder gözüken Anayasa tartışmasının, rejimin karakterinden, ideal toplum ve vatandaş tasavvuruna; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin (CHS) çerçevesinden, yasama, yürütme ve yargının güç ve yetkilerine kadar birçok konuyu kapsayan bir tartışma olacağı anlaşılıyor. Bu konunun esas Mart 2024 yerel seçimlerinin ardından gündemde kalacağını öngörmek için de müneccim olmaya gerek yok. Muhtemelen konu o günlerde CHS’ne ilişkin eleştirileri, itirazları, reform ve değişim isteklerini de içerecek şekilde büyüyecektir. Aslında meselenin görünür gelecekte Ankara’nın ana gündem maddesi olduğu söylenilebilir. Gündemin, kamuoyu önünde, açık veya kapalı kapılar ardında ve kulislerde, örtük, biçimde tartışılmasıysa elbette zamanın ruhuyla, o günün cari siyasi dengeleriyle ve aktörleriyle alakalı olacaktır.
Bu tartışmanın yapısallığına, yapışkanlığına ve kalıcılığına, dair inancım nedeniyle, bir seridir yazılarda bu konuyu ele alıyorum. Bu bağlamda CHS’nin yapısına, sonuçlarına ve sürdürülebilirliğine ilişkin kimi fikirlerimi sizlerle paylaşıyorum. Bunu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başlattığı ve MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin süratle kapattığı “50+1” kuralına ilişkin tartışmayı temele alarak yapmaktayım. Ancak elbette mevzu, temelinde hukuk sisteminin işleyişine ilişkin sorunlar bulunan ve Anayasa Mahkemesinin üst mahkeme niteliğinin reddiyesi üzerinden yürüyen tartışmalarla da doğrudan ilgili. Bunu da akıldan çıkarmamakta fayda var.
Son yazıda, “50+1” kuralına ilişkin itirazın, 2014’ten bu yana, 2018 ve 2023’de CHS’ne göre yapılanlar dahil, üç cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmesinin, tartışmanın kapanış hızı nedeniyle gözden kaçırmamamız gereken önemde olduğunu; zira Erdoğan’ın “müşteki olduğu” konunun “en azından bugünkü dengeler” çerçevesinde, “kazanamamak” olamayacağını belirtmiştim. Öyle görünüyor ki daha büyük ve kritik bir konudan söz ediyoruz. Gerçekten de, mevcut koşullarda Erdoğan’ın şerhi, ya bunlar çerçevesinde kazandığı halde bizzat “bugünkü dengelere” ya da sistemin ürettiği sonuçlara ilişkin olmalıydı. Esasen 21 Kasım yazısından bu yana ikinci ihtimali, sistemin ürettiği sonuçlar meselesini, ele alıyorum. Bu yazıdaysa paradoksal (kendi içerisinde çelişkili görünmesine rağmen yakından bakıldığında tutarlı ve gerçek önerme) bir ihtimalin üzerinde duracağım: Erdoğan’ın kazanmasını sağlayan bugünkü dengelere, bunlar kazanmasını sağladığı halde, itirazı olması ihtimalinin!
Söz konusu ihtimali tartışmak iktidar bloğunun ittifak dinamiklerine ilişkin kimi soruları sormayı gerektiriyor. Zira AK Parti + MHP ortaklığının nev-i şahsına münhasır, hatta düpedüz şahsa bağlı, yönleri bulunmaktadır. Bunlar CHS’nin sürdürülebilirliğine dair önemli unsurlar teşkil etmektedir. Hatta iktidar bloğu, bugüne kadar, “ittifak siyaseti” zaruretini yönetmek konusunda muhalefet bloğundan çok daha derli toplu bir görüntü verdiyse tam da bu unsurlar sebebiyledir.
Burada en önemli konu Erdoğan – Bahçeli etkileşiminin Cumhur İttifakının sürdürülebilirliği üzerindeki büyük etkisidir. O halde: “sorun nedir”, denebilir. Buna cevap olarak: Sorun, ya da sistemin sürdürülebilirliğine dair zaaf, paradoksal olarak, gücünden kaynaklanıyor, derim. Zira bu güç, daha önce yazdığım gibi, “kanaatimce yapısal olmaktan ziyade hususi, konjonktürel, değişkenlere bağlı.”
Söylem şöyle biçimleniyor: AK Parti ve MHP arasında farklı kurumsal yapılara sahip iki partide görmeye alışık olmadığımız, “arasından su sızdırmayan” bir siyasi yol arkadaşlığından, neredeyse futbol seyircisinin tabiriyle “pazara kadar değil mezara kadar” sürecek bir birliktelikten bahsediliyor. İttifak’ın milli ana meselelerin tamamına yakınında ortak fikirlere sahip bulunan iki farklı partinin giriştiği bir ilke, hatta ahlak, ittifakı olduğuna yönelik tespit burada mana buluyor. Bu durumun, bizim siyasetimizde pek alışık olmadığımız, hatta Almanya’da kendine has şartları olan ve “Birlik Fraksiyonu” olarak adlandırılan, CDU (Hristiyan Demokratik Birliği) – CSU (Hristiyan Toplumsal Birliği) partilerinin ortaklığı bir yana, dünyada da pek rastlanmayan, bir doğası olduğu söylenebilir. Elbette bu, durum gerçekten böyleyse, söylenebilir.
Ancak, siyaset kulislerine bakarsanız işin aslı öyle mi sorgulanabilir. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Hem Adalet ve Kalkınma Partisi hem de Milliyetçi Hareket Partisi Türk siyasetinde kökleri II. Meşrutiyete (1908), esasen Osmanlının 19. asrına, uzanan; derin ve birbirinden farklı kökenlere sahip: “Ümmetçi/İslamcılık” ve “Türkçü/Turancılık” – her ne kadar bu ikililerin de kendi içlerinde farklı tonları varsa da hasbihal ettiğimiz konu bakımından bu ayrım yeterlidir. Bu iki akım 1970’lerde başlayan ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında darbeciler eliyle de desteklenerek kuvvetlendirilmeye çalışılan, “Türk–İslam” sentezi dahilinde buluşturulmaya çalışıldıysa da bu çabanın ne derecede başarılı olduğu sorgulanabilir. Her şeyden evvel, özellikle 1980 sonrası “Türk–İslam” sentezi kuramcılarının “devlet” ve “millet” kavramlarını ulularken dine atfettikleri kısmen işlevsel konumun “Ümmetçi-İslamcılar” arasında pragmatik olanın ötesinde bir karşılık bulabilirliği üzerine dikkatli düşünülmelidir. Aslında bugün söz konusu sentezin siyasi bir temsilcisi mevcuttur. Bu temsilci halihazırda da Cumhur İttifakı içerisindedir: Büyük Birlik Partisi.
Söz konusu partinin kökenlerinin “Ümmetçi/İslamcılık”tan ziyade “Türkçü/Turancılık”tan kaynaklanıyor olması, bunlarda ilkinin “pragmatik” bakış açısının sentezin organikliğine ve bütünleştirme yeteneğine getirdiği doğal sınırlayıcılık, ikincisininse belli kavramlar noktasında hassasiyetinin yarattığı görece daha samimi heves, bağlamında da okunabilir. Soldan bakıldığında, topyekûn bir eleştiri ve öfke kaynağı olan bu sentezin sağdan bakıldığında yeri, siyasi kimlik ve büyüklük olarak neyi temsil ettiği, daha nüanslıdır, renklidir ve yine “sağdakiler” açısından açıktır. Nasıl AK Parti ve MHP bir ve aynı değil ve olamaz ise, BBP ve MHP’de bir ve aynı değildir. Farklı zihin dünyalarını, öncelikleri, tavırları ve konumları temsil etmektedirler. Bu sebeple Devlet Bahçeli, iktidar bloğu içerisinde sahip olduğu belirleyici konuma rağmen, hatta bu konumun verdiği kudretle, rahatlıkla MHP “Cumhur İttifakı’nın içinde yer alsa da,… denge ve denetim işleviyle, mevcut, muhalefet göreviyle mesuldür” diyebilmektedir. Bu MHP Liderinin Partisinin farklılığının dayanıklılığına inancına dair açık bir mesajdır. 2017 Anayasa değişikliği esnasında CHS sayesinde, “Ümmetçi/İslamcılık” ve “Türkçü/Turancılık” akımlarının temsilcilerinin, tek partide birleşeceklerini; bunun büyük partinin, AK Parti, küçük olanı, MHP, yutmasıyla olacağını; safahâtin (safhalar, aşamalar, gelişmeler) iki partili ve sürekli olarak sağ iktidarlar üreten bir siyasal yapıyı doğuracağını; ve böylelikle ülkeye istikrar geleceğini düşünenleri, bu satırların yazarının, hayretle karşılamasının ve hayal görüyor olduklarını düşünmesinin sebebi de budur.
Bu konuyu Cuma günü, senenin son yazısında, nihayetlendireceğiz…