Pazar yazısı (4)
Bu hafta; Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri arka arkaya 3 yazım yayınlandı, bir de canlı yayın programda perakende sektörünün tüm taraflarına ilişkin konularda geniş kapsamlı bir söyleşiye katıldım. Bildiğim ve yıllarca çalıştığım konulardı, hiç mi hiç zorlanmadım. Ama daha önce de demiş olduğum gibi Pazar Yazısı yazmak daha zor. Başladık bir kere bırakmak da yok. Eh o zaman işi biraz sohbete dökerek keyif almaya çalışacağız.
Bir kitap daha hazırlıyorum. Yaşama dair konular. Esasen son elli yıldır, belki biraz daha fazla bile, biriktirdiklerimi kitaplaştırmak ve böylece kalıcı bir yazı bütünlüğü için çalışıyorum. Bu arada bu yıl hayatımda ilk defa uzun bir yaz tatili de yapmayı plânlıyorum. Bakalım ikisi bir arada nasıl olacak…
İlk pazar yazımda “Nerede o eski Pazar’lar…” başlığında yazdıklarımla okurla beraber biraz nostalji yapmıştık. Beğenen okurlarım, hazırladığım yeni kitabımın temelinde yatan da zaten biraz bu konular. Tamamı nostalji olmasa da yaşama dair genel konular… Pazar yazılarımı da bu düzleme konumlandırmayı böylece karara bağlamış oldum.
Umarım ve dilerim; hoşunuza gitsin, hafta sonu keyfi içinde küçük de olsa yer alsın pazar yazılarım…
Şimdi biraz gerilere dönelim ve İstanbul dolmuşlarını şöyle bir anımsayalım. Baby Boomer’lar ve 1968 kuşağı bunu yaşadık; X, Y ve Z’lere ilginç gelebilir, eğer merak ediyorsalar…
Dolmuşlar ve taksiler; Dodge, Plymouth, Chrysler, Chevrolet ve benzeri markalar… Yani ABD’den ithal, geniş ve büyük araçlar. Bugün belki biraz Üsküdar dolmuşu olarak kalmış olabilirler, muhtemelen kalmamış olmaları daha akla yakın, bir bakmak lâzım. Ama Cuba’da çok… Ön koltuk tek ve uzun, üç kişilik yani… Bu durumda vites direksiyondan… Tamamına yakını, hattâ belki de tamamı üç ileri vitesli arabalar. Sağ elle kendinize çekip yukarı kaldırmakla geri vitesi kullanırsınız, kendinize çekip aşağı indirince birinci vites olur, sonra iki ve üçüncü… Dikiz aynası aynı yerde, dış aynalar bugüne göre minimalist çizgide, küçük ve genelde ön çamurluklar üzerinde… Taksimetre dışarıda. Sağ ön kapı tarafında… Taksimetre üzerindeki kareden dikdörtgene az farkla geçmiş formatta bir kol var; şoför her taksi hizmeti için dışarı çıkarak bu kurma işini yapmak durumunda. Ama bazen müşteri sağ ön kapıya yaklaşarak yarım eğilip şoföre falanca yere kaça bırakacağı sorularak, pazarlık yapılarak da servis verildiği olurdu… Araçların çevresini dönen sarı-siyah kareler aracın taksi / dolmuş olduğunun işaretiydi.
Şoförler genelde orta yaş sınırına yaklaşmış erkeklerdi. Kadın şoför yoktu, daha sonraki yıllarda denediler; oldu ya da olmadı… Kadın şoför uygulamada yoktu ama Fatma Girik’in o meşhur “Şoför Nebahat” filmi vizyondaydı ve iyi de hasılat yapmıştı doğrusu. Demek ki o yıllarda toplumun böyle bir beklentisi, isteği vardı diye düşünüyor insan…
Şoförler makul giyimli, bir kısmı kravatlı bile, iyi niyetli ve güvenilir kategoride insanlardı. Trafikte kural ihlâli yapmamaya çalışırlardı. Öyle sürat yapmaya falan da pek meraklı değillerdi. Sürat yapma merakı daha sonraki yıllarda, biraz otomotiv endüstrisindeki teknolojik gelişmelerle, dahası araç sayısının artmasıyla birlikte rekabetin kızışması neticesinde, biraz da minibüslerin trafikte çoğalmasıyla birlikte ortaya çıktı…
Trafik levhaları bugünkünden biraz daha büyüktü ama işlevseldi. Bugün daha küçüldü ve işlevsellikleri de yok olmak üzere… Trafik polisleri beyaz kolluk takar, kent içinde varil benzeri bir silindir içinden trafiği işaretleriyle yönetirlerdi. Silindirin üzerine reklâm bile alınırdı. O zamanlar Arı Bisküvileri vardı, onun reklamı meselâ ve Puro - Fay reklamları da hatırda kalanlar…
Dolmuşlar belirli hatlarda çalışan, dolmuş duraklarından aldıkları yolcuları taşıyan, yolda inen olursa yerine yoldan da yolcu (Ördek tabir edilirdi ama dillendirilmezdi) alan araçlardı. Duraklarda o hattın kâhyası olurdu ve her dolmuş kâhyaya yolcuyu alıp hareket ederken parasını verirdi. Bu dolmuş durağı kâhyaları genelde komik adamlar olurdu. Belli bir konuşma jargonları da vardı ki esas komik olan taraf da buradaydı… Ücretin bozuk para tabir edilen metal para olması tercih edilirdi ve arkadan para uzatılırken, pek nazik bir hareket olmasa da omuza dokunularak ödeme metal para ile yapılırdı.
O zamanın İstanbul’unda, dolmuşlarda insanlar hitaplarında “Efendim” kullanan, hanımlara yer veren, konuşmalarında ölçülü ve nazik insanlar olurdu. Tıkanan trafikte veya biraz uzun olan hatlarda dolmuşlarda iki önemli sohbet konusu;
Dolmuşlarda hükümet kurulurdu(!)
Dolmuşta futbol takımı kurulurdu(!)
Bu ana temaların yanında, ama yine bu ana temalar kapsamında; “Ne olacak memleketin hâli?”, “Ne olacak bu Fener’in hâli?” gibi konular ve çarşı-pazar fiyatlarındaki kuruş bazındaki zamlar da konuşulurdu. Siyasi parti farklılıkları, futbol takımı fanatizmi gibi hususlar asla sertleşmeye gitmeden, inanılmaz derecedeki bir olgunluk, tolerans ve nezaketle konuşmalar yapılırdı. Arabadan inen müşteri şoföre mutlaka “Hayırlı işler” dilerdi…
Hükümet kurmaktan (!) ziyade futbol konuşmak daha fazla tercih edilirdi. Metin Oktay’ın geçen hafta attığı golün güzelliği, Ordinaryüs’ün (Lefter) zeki çalımları, Can’ın (Bartu) oyun kuruculuğu, İstanbulspor’da Kasapoğlu’nun topu sürmesi, Yılmaz’ın kafa atışları öyle bir anlatılırdı ki, bugün yayıncı kuruluşun fiilen ekranda gösterdiğinden daha iyi bir seyir hâline girerdik. Esasen o dönemin futbolu üzerine konuşulacak o kadar çok şey var ki tamamen ayrı bir yazı konusu…
O günleri anarak bugünden şikâyet ettiğimi sanmayın, aksine o günlerin ne kadar güzel günler olduğunun farkına varın, ya da o günleri anımsayın… Bakırköy’de, Fişekhane caddesinde dönemin ilk Tele-Taksi’si kurulmuştu. Ataköy Tele Taksi… Telefonu : 716622 idi. Kolay akılda kalacak bir tel no. Telefon ederdiniz sizi bölgedeki adresinizden alır, gideceğiniz yere götürürlerdi. Zamanla tanışıklık artar, yol boyu sohbetler samimiyetle yapılırdı. Nezaket ve güven, adetâ sonsuzdu. Babamın çanta içinde bankanın bir şubesinden diğerine nakit para gönderdiğini iyi hatırlarım. Yani ATM işlevi bile üstlenirdi bu semt taksi duraklarının bazı şoförleri. Bugün için enteresan gibi…
Erkek müşteriler tek seyahat edeceklerse ön koltukta şoför yanında oturmayı tercih ederlerdi. Hattâ eşiyle birlikte taksiye binen bazı beyler hanımefendiye arka kapıyı açarak bindirip, kendileri ön koltuğa geçerlerdi. Sanki arkada oturmak bir kibir, ya da bir kabalık gibi görülürdü…
Bozuk para bulunamazsa, ya da olur ya paranız çıkışmazsa sonra verirdiniz, bu asla sorun olmazdı. Bir nevi kredi kartıyla ödeme yapar gibi… Taksi hizmeti alındığında az miktarda da olsa para üstü bahşiş olarak “Üstü kalsın” ifadesiyle şoföre bırakılırdı. Şoföre hitap en önceleri “Şoför efendi” ile başladı, yıllar geçtikçe bu “Şoför Bey” e dönüştü… Öyle “Hocam, kardeş, canım, bilader” gibi garip hitaplı iletişim herhalde 1975’ler ve sonrasında, biraz da minibüs kültürüyle başladı.
Bazı arabalarda pikap bulunurdu. Teyp değil, pikap… Taksi olarak kullanımda müşterinin izni çerçevesinde plâk çalınabilirdi. Müzik varsa, müşteri binince şoför müziği kapatıyormuş gibi yapar ve müşterisinin tepkisini beklerdi. Müşteri de genelde “Kalsın, kalsın” diyerek müziğin çalmasına rıza gösterirdi. Minibüs kültüründe bu incelikler olmadığı gibi müzik sesi son derece rahatsız edici yükseklikte de olabilirdi ki itiraz; sonucu bilinmeyen bir risk bile olabilirdi. Taksi ve dolmuşlarda Erol Büyükburç, Berkant, Füsun Önal, Nil Burak tercih edilirken minibüslerde Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur dinlenirdi.
Pazar notaljimizde bu hafta “Dolmuş / Taksi” konusunu birlikte yad ettik. Haftaya bakalım ne olacak nostalji konumuz…