Patinaj ile geleceği de kaybederiz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ

Hatırlıyorum, 2008’deki küresel krizin öncesi ve sonrasında birkaç yıl kamu yönetimi ve özel kesim hem birlikte hem de ayrı ayrı ülkenin temel ve özellikle doğrudan ekonomik nitelikteki yapısal sorunlarına odaklanmaya çalışmıştı. Bu bağlamda cari açığın azaltılması, yerlileştirme ihtiyacı, segmentler bazında sanayi stratejisi, işgücü niteliği ve verimliliği, etki analizi içeren teşvik sistemi, arge desteğinin arttırılması, teknoloji düzeyinin ve ihraç ürünlerinde birim fiyatın yükseltilmesi gibi gerçekten kritik başlıkların mercek altına alındığı toplantı ve platformların bir bölümüne şahsen de katılmış, katkı yapmaya çalışmıştım. Ancak bu çabaların çoğu bir sonuca ulaşmadı, fikri takip kesintiye uğradı. Sonradan bunu zihnimde sorgulayınca aksamanın nedeninin iki temel başlıkta özetlenebileceğini düşündüm. ( Bunu geçen Temmuz ayında yayınlanan ve ekonomide son 15 yılı irdeleyen kitabımda da vurguladım) Birincisi reform çabalarının mevcut yapının unsurlarında yaratacağı direnç ve maliyetin göze alınamaması, ikincisi de reel kesimin farklı özellikleri ve sorunları olan parçalardan oluşması ve büyük çoğunluğu teşkil eden mikro ve küçük işletmelerle büyümek isteyen orta ölçekli aile şirketlerinin ise düşük verimlilik, yetersiz finans erişimi ve değişen düzeylerde kayıtdışılık gibi çözümü zor karmaşık zaafları olması. İlginç bir tesadüf, Daron Acemoğlu’nun geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir sohbetinde vurguladığı hususlardan biri, Türkiye’nin son 15 yılı yanlış kullandığı idi. Söz konusu reform çabaları tavsayınca ekonomi, sadece kamu yönetimi tarafından değil özel kesim ve birçok iktisatçı tarafından da konjonktür dengelerini sağlamaktan, para ve maliye politikalarını doğru kurgulamaktan, kur-faiz sarmalı krizlerden kaçınmaktan ibaret olarak algılanır hale geldi. Son yıllarda ise artan krizler ve volatilite, bu daraltılmış ekonomi politikasında da başarılı olmadığımızı gösteriyor.

Faiz artışı kaçınılmazdı

Bu itibarla güncel ekonomi sorunlarını değerlendirirken, yukarıda özetlemeye çalıştığım genel çerçeveyi gözden kaçırmamak gerek. Güncel sorunların en önemlisi de, her ne kadar faiz ve döviz kuru öne çıkıyorsa da, aslında ikisini de belirleyen temel faktör olan enflasyon. Bunu göz ardı eden ve sadece sonuç değişkenlere odaklanan değerlendirmeler yüzeysel kalmaya mahkum. Enflasyonun ise, düşmek bir yana, seçimlerin sonrasında sıçrayan döviz kuruna ilaveten vergilerdeki artış ve ücretlilere yapılan zamlar dolayısıyla daha da yükselme trendinde olduğunu, yaklaşan yerel seçimler nedeniyle daha da yükseleceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Nitekim Temmuz’da resmi yıllık enflasyon oranı %48, Merkez Bankası’nın yıl sonu enflasyon beklentisi de şimdilik %58 oldu. Dolayısıyla Haziran ve Temmuz’da iki kademede toplam 900 baz puan arttırılmış olan politika faizine Ağustos sonunda piyasanın beklentilerini de aşan 750 baz puan ekleme yapılmış olması, öncelikle bu nedene dayanıyor. Tabii böylece gelinen faiz düzeyinin de enflasyonun çok altında, reel faizin hala negatif olduğu ve tasarrufun cezalandırıldığı açık. MB Başkanı 2024’ e kadar enflasyonla mücadelenin öncelik olmayacağı anlamına gelen açıklaması da hatırlarda. 60 milyar dolar cari açık ve 200 milyar doları aşan bir yıl vadeli dış borç acil dış kaynak girişini zorladığı, oysa sadece Temmuz ayında 12.5 milyar dolar dış ticaret açığı ortaya çıktığı, küresel sermaye çevreleri de %17.5 faizi çok yetersiz buldukları için bu artış kaçınılmaz hale geldi. KKM maliyeti de kartopu hızı ile büyüyerek katlanılamaz bir düzeye ulaştı. TL’nin az da olsa cazibesini arttırmak şarttı.

Özetle faiz artışı ekonomiyi düzeltmek için değil kaçınılmaz olduğu için yapılıyor. Ne tasarrufçuya reel faiz verilmesi, ne de reel kesim ve banka bilançolarındaki risklerin bertaraf edilmesi söz konusu değil. Aksine seçim yaklaşırken hükümetin kredi hacmini yükseltmek, ekonomide yavaşlamaya izin vermemek yolunda irade açıklamaları da var. Deprem harcamalarına da kaynak bulunabilmiş değil. Döviz rezervindeki olumsuz durum da değişmedi, swaplar hariç tutulursa eksi 65 milyar dolar civarında. Turizm gelirleri ancak Temmuz’da beklentilere ulaştı, ayrıca döviz kurunu tutmak için döviz satışına da devam edildi, rezervlerde iyileşme sağlanamadı. Yeni faiz düzeyinde bir miktar portföy sermayesi(sıcak para) girişi olabilir, ama bunun düzeyinin devasa ihtiyaçları karşılayacağı kuşkulu. Risk puanındaki düşüşün dış finansman faizinde yaratacağı düşüşün de, borç servisini kolaylaştıracak ölçüde olması zor görünüyor. Doğrudan dış yatırım ise, 10 yılı aşkın süredir benimsenen politikalar çerçevesinde, muhtemelen hükümetin de beklemediği bir gelişme.

Ya gelecek 15 yıl

Öte yandan Türkiye’nin üretim ve ödeme kapasitesini arttıracak ve daha yüksek katma değer üretmesini kolaylaştıracak yapısal reformların ise görünür gelecekte gündemde olacağına dair bir belirti yok. Yazının girişinde belirttiğim gibi Türkiye 2010 sonrasında sadece konjonktür dengelerine odaklandığı, reel kesim, yatırımlar, kaynak kullanımı ile ilgili yapısal sorunları göz ardı ettiği için sadece dış kredi ve portföy girişini sağlamak ekonomide başarı kriteri olarak görülüyor. Son yıllardaki büyük rahatsızlık ve panik, bu daraltılmış amaçta bile patinaj yapılması ve büyük güçlük çekilmesidir.

Esas önemli olan geçmiş 15 yılı gereğince değerlendiremeyen ülkemizin, önümüzdeki 15 yılda tümüyle farklı bir yörünge zorunluluğunu kabul etmediği takdirde, artan teknoloji ve eğitim mesafesi nedeniyle, çok daha kötü bir geleceğin bizi bekleyecek olduğudur. Mecbur kalınca en inatçı tavırlarından bile, faiz örneğinde olduğu gibi, vazgeçebilen politikacıların bu temel yörünge değişikliği ihtiyacını neden görmek istemediğini anlamak zor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar