Paris Anlaşması’nı hemen onaylayın
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), geçen hafta 2020 İnsani Gelişme Raporu’nu (Human Development Report) açıkladı. Raporun bu kez iklim değişikliği gündemi ile doğrudan bağlantılı olduğu adından belli oluyordu: “Antroposen’de İnsani Gelişme”. Bakın bu önemli bir tespit. Artık yeni bir jeolojik çağdayız. Antroposen’de, İnsan Çağı’nda. Başlangıcı Sanayi Devrimi’ne kadar götürülebilir ama şimdi, bir nevi, şahikasındayız. Bu dönem, sorunların çözümünü de getirmiş görünüyor. Artık ekonomi mi yoksa doğa mı diye bir ikilem yok bana sorarsanız. Nedir? Gezegenimizin geleceği bundan böyle doğrudan gezegen üzerindeki insani aktiviteye bağlı. Bunu sanırım, en iyi COVID-19 küresel salgını ile gördük. Soru bence çok açık...
Neden son zamanlarda hep Güney Çin’de virüslerin dünyası ile insanların dünyası arasına bir geçit açılıyor?
COVID-19 küresel salgını, 2020 yılında değil de bundan yirmi beş yıl önce 1995 yılında olsaydı vaziyetimiz nasıl olurdu? 1995’te Amazon, daha bir yıl önce kurulmuş bir startup’tı. Google, üç yıllık yeni bir şirketti, daha Alphabet olmamıştı. Alibaba’nın kurulmasına daha dört yıl, Facebook’unkine ise daha on yıl vardı. Zoom için ise daha 16 yıl beklemek gerekecekti.
Böyle bakarsanız, bugün sosyal mesafe koyma şartları altında hayatımızı kolaylaştıran, uzaktan çalışmamıza ve yaşamamızı idame ettirmemize, daha az sıkılmamıza imkân veren ne varsa, hiçbiri 1995 yılında daha ortada yoktu. Ama bir de şöyle bakın isterseniz: Son dönemde hayvanlardan insanlara sıçrayan virüslerin yoğun bir biçimde Güney Çin’den çıkıyor olması bir tesadüfmü? Hayır.
Yine 1995 ile karşılaştırayım. Çin’in kişi başına geliri 1995 yılında 610 dolardı. 2019’da Çin’in kişi başına geliri 10.262 dolar oldu. Yirmi beş yılda, Çin’in kişi başına milli geliri on yedi katına çıktı. Türkiye’nin ki ise aynı dönemde yalnızca dört katına çıktı. O kontrolsüz ve son derece hızlı değişim süreci olmasaydı ve dünyayı bu kadar hoyrat kullanmasaydık, sanırım COVID-19 küresel salgını da olmayabilirdi. COVID-19 ancak Facebook, Google, Amazon, Alibaba, Zoom ile birlikte ortaya çıkabilirdi. Nitekim öyle oldu.
İnsani Gelişme Raporu, artık, ülkelerin dünyayı ne kadar hoyrat kullandığını da dikkate alacak
Türkiye’nin 1995 yılında insani gelişmişlik endeksindeki yeri 85’ti. 2020 raporunda 54 olduk: Geçen yıl 59’duk. İki yıldır “yüksek insani gelişmişlik” gösteren ülkeler arasındayız, onu da not edeyim. Ama bugüne kadar bunu gerçekleştirmek, zenginleşmek için gezegenimiz üzerinde ne kadar baskı yarattığımızı pek dikkate almıyorduk. COVID-19 ile birlikte, artık, insani aktivitenin gezegen üzerindeki baskılarını da dikkate almamız gerektiğini öğrenmiş olduk. 2020 UNDP İnsani Gelişme Raporu, bundan böyle yalnızca insani gelişmeye değil, insani gelişmenin gezegenimize ve dolayısıyla hepimize maliyetine de bakmak için ortaya bir çerçeve koydu.
Bugünlerde COVID-19 sonrasına yoğun bir ilgi var. Aslına bakarsanız, COVID-19 öncesinde zaten belirgin küresel mega trendler vardı. Bunların ilki, iklim değişikliği gündemiydi. Malum, dünyanın insan çağı yeni başlamadı. En son 2015 yılında Paris İklim Anlaşması imzalandığında ancak bir ilk adım atmıştık. İkinci küresel mega trend ise demografik geçiş dönemi. Kuzey ülkeleri, yaşam beklentisinin artması ve kadınlarda doğurganlık oranının düşmesi nedeniyle hızla yaşlanıyorlar. Güneyde ise yeterince beslenemeyen, eğitim alamayan, sağlık sisteminden yararlanamayan bir genç nüfus var.
Türkiye’de 65 yaşın üzerindeki nüfus, artık, beş yaşın altındaki nüfustan daha hızlı artmaya başladı bile. En son kadınlarda doğurganlık oranı da 1,88’e gerileyerek Avrupa ülkelerine yakınsadı. Bu ne demek? Yaşlanıyoruz ve çalışan nüfusun azalması nedeniyle, büyüme yavaşlayacak, masraflar ise artacak. Sürdürülebilir değil.
Üçüncü küresel mega trend ise yeni teknolojik devrim elbette. Yeni teknolojiler bir yandan iş yapma biçimlerini hızlı bir biçimde değiştirirken, bir taraftan da insani aktivitenin gezegen üzerinde yarattığı baskıları hafifletebiliyor artık. Yeni teknolojiler, karbon bazlı olmayan bir insani gelişmeyi mümkün kılıyor. Araştırmalara göre, 2020’de yeni teknolojilerle mevcut sektörlerin yüzde 25’inde karbon salımlarını azaltabilmek mümkün görünüyor. Bu oran, 2030’da mevcut geleneksel sektörlerin yüzde 70’ine çıkıyor. En zor dönüşecek alanlar, hava yolu ve deniz yolu ile ulaşım ve çimento, demir-çelik üretimi gördüğüm.
Bu ne demek? Antroposen’i şimdilik iki döneme ayırmak mümkün gibi duruyor. 2015 ve öncesinde, insani aktivitenin gezegen üzerinde yol açtığı baskıları hafifletecek teknolojilere bu kadar sahip değildik. Şimdi öyle değil. Bundan böyle, karbon bazlı olmayan bir büyümenin ve gezegeni baskılamayan bir insani gelişmenin mümkün olduğu yeni bir dönemdeyiz. Bugüne kadar problemimiz neydi? Yeni teknolojileri eski sektörlere uyarlamak, yoğun bir sabit sermaye yatırımı gerektiriyordu. Şimdi COVID-19 sonrası parasal ve mali genişleme dönemi, bu tür yatırımları imkan dahiline sokuyor. COVID-19 sonrasında hem istihdam yaratan bir büyüme sürecinin yeniden başlatılabilmesi hem de gezegen üzerindeki baskıların hafifletilebilmesi mümkün görünüyor.
Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat (Green Deal) sürecini böyle anlamak gerekiyor. Avrupa pazarının ayrılmaz bir parçası olan Türkiye’nin de Avrupa ile uyumlu bir yeşil dönüşüm stratejisi saptaması için şartlar bana çok uygunmuş gibi geliyor doğrusu. Bu durumda, peki, bize, Türkiye’ye düşen nedir diye bir kaç noktanın daha altını çizeyim, müsaadenizle.
Bize düşen nedir?
Öncelikle Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı bir an önce Meclisten geçirerek, onaylaması gerekiyor. G20 içinde anlaşmayı imzaladığı halde onaylamayan tek ülke Türkiye. Başkan Biden 21 Ocak’ta Amerika’nın Paris Anlaşması'nı imzalayacağını ve ilk 100 gün programı içinde ABD’de yüksek düzeyli bir iklim toplantısı düzenleyeceğini de söyledi. Bu ortamda, Türkiye’nin iklim değişikliği stratejisi “Bizi Ek 1’den çıkarın” demekten ibaret olamaz. Heyecansız karbon salımı hedefleri bizi yüksek düzeyli toplantılara taşıyamaz. Nokta.
İkincisi, Anlaşma’ya göre her ülke karbon salınımlarını nasıl azaltacağına göre bir niyet raporu sunuyor. Intended Nationally Determined Contributions (INDC) raporu. En son Çin, 2060’tan itibaren salınımları azaltma niyetini beyan etti. 2015’e kadar salımları azaltmak söz konusu olduğunda, “Biz gelişmekte olan ülkeyiz, önce siz azaltın.” diyen Çin, neden böyle bir beyanda bulundu? Karbon bazlı olmayan büyüme artık yeni teknolojilerle mümkün hale geldiği için elbette. Türkiye’nin ekonomisini yeni teknolojilerle yenilemeye dayalı bir yeşil dönüşüm stratejisi belirlemesi ve bu çerçevede bir yeni INDC hazırlaması gerekiyor. Yapılabilir mi? Evet. Çerçeve ortada artık.
Üçüncüsü, Türkiye’nin yeşil dönüşüm stratejisinin Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakatı ile uyumlu olmasını temin etmek için Brüksel, Paris ve Berlin’deki tartışmalara artık yoğun biçimde katılmak gerekiyor.
Dördüncüsü, Türkiye, İnsani Gelişme Endeksi’nde 54. ama toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı endekste ise 68. sırada.. Bunun temel nedeni, kadınların ekonomik faaliyete yeterince katılmamaları. Nüfusumuz hızla yaşlanırken büyümenin yavaşlamasının önüne geçmenin yolu, bir yandan yeşil dönüşüme ağırlık verirken öte taraftan da kadınların ekonomik faaliyetlere daha yoğun katılımını sağlamaktan geçiyor.
Dijitalleşme bu açıdan da önümüze bir fırsat sunuyor. Türkiye’de kadın girişimcilerin toplam içindeki oranı yüzde 9 civarında, hâlbuki dijital alışveriş platformlarında kadın girişimcilerin toplam içindeki ağırlığı yüzde 25’e yükseliyor. Doğrusu ya, ben artık yakınmayı bırakıp bir an önce işe odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Yapılacak çok iş var doğrusu. Hemen Paris anlaşmasını onaylamanın neden önemli olduğunu bilmem anlatabildim mi?