Pandemi sonrası için bir Türkiye hayali...

Fatoş KARAHASAN
Fatoş KARAHASAN Markalar & İçgörüler

2020, yirminci yüzyılın (ya da bildiğimiz tarihin) gerçek sonu (mu?)…

Uzun yıllardır tanıdığım ve analizlerine çok değer verdiğim siyasetçi ve diplomat Mehmet Ali Bayar’la COVID-19 pandemisi sonrasındaki dünya düzeni hakkında sohbet ettik. “Doğa- insan ilişkisini yeniden gözden geçirme zamanının geldiğine dikkat çeken Bayar, “toprak ve su üretmek, çoğalmak, zenginleşmek ve mutlu olmak demektir” cümlesiyle tarıma yönelmemiz gerektiğini vurguladı.

İnsanlığın en kanlı, vahşi ve tahripkâr yüzyılı

Edebiyatçılar, tarihçiler, siyaset bilimcileri, antropologlar, bilim insanları büyük uzlaşılarda kolay kolay bir araya gelemezler. Ancak, yakın zamana kadar aralarında bir konuda geniş bir anlayış birliğine doğru yönelim seziliyordu; o da 20.yüzyıl’ın insanlığın en kanlı, vahşi ve tahripkâr yüzyılı olduğu gerçeği. Tarihin en mütekâmil, gelişmiş yüzyılının en vahşi yüzyılı olarak görülmesi de bir garabet tabii ki... İnsan aklının en yüksek seviyesinde olgunluğunu bulmuş ve insanın mutluluğu ve dünyanın güzelliği için yaratılmış bütün büyük fikir ve kavramların erdemi yine o aklın ürettiği yıkımlarla yok oluyor... Bu bana Çehov’un, Tolstoy’u evinde ziyaret ettikten sonra çıkarken kendi kendine “Bilgelerin despotluğu zalimlerinki kadar tehlikeli” diye söylenmesi çağrıştırdı. Kimbilir Tolstoy Çehov gibi bir romantik ruha neler dedi! Bilge Tolstoy’un determinist, tavizsiz ve katı inatçılığı mı Çehov’a bunu söyletti kim bilir?

Küreselleşme olacaktı, bütün dünya bir olacaktı...

İçinde, biri nükleer soykırımla sonuçlanan iki büyük dünya savaşını da barındıran 20.yüzyıl, bütün ayıpları, acıları, bilim adına ürettiği tahrip gücü ve akan kanlarıyla geride kalırken ve yeni bir Milenyum önümüze açılırken, bilginin, bilimin, insana ait bütün güzel, yüksek fikir ve ülkülerin artık tüm kürenin ortak gerçekliği olacağına dair ne kadar umutluyduk. Küreselleşme olacaktı, bütün dünya bir olacaktı, demokrasi, piyasa ekonomisi, liberal fikir ve haklar insanlığın ortak malı ve gerçeği, hatta ortak kaderi olacaktı...

Hatta kimileri de gelinen “an”ı, “Tarihin Sonu” olarak adlandırmıştı... Takvimsel bir son değil tabii. Siyasal ve sosyal manada evrimsel bir son. Artık büyük ideolojiler yıkılmış, iki kutuplu, savaşlı, ihtilaflı dünya düzeni sona ermiş ve savaşı liberal demokrasi fikri ve onu benimsemiş “Batı”lı ülkeler kazanmıştı... Hayal ve varsayım buydu. Oysa yaşananlar, bunun gerçekten bir hayal olduğunu sergiledi. Dünya her zamankinden daha tehlikeli, daha sıcak, daha hastalıklı, daha kanlı... 20. yüzyıl hâlâ bizimle, terk etmedi ve son çırpınışı en büyük tahribatı oldu.

İlk ortak kitlesel facia

İnsanlık yaratıldığından bu yana beş büyük kitlesel imha yaşanmış. Hiçbiri insan eliyle olmamış. Veba gibi, doğanın evriminin sonucunda yaşanmış bu beş imha. Altıncısı, yani küresel ısınma ve çevre faciası ise insan eliyle girişilen ilk kitlesel katliam... Uzun yüzyıllar sonrasında insan denilen “eşref-i mahlukatın”, yani yaratılmışların en şereflisinin, gele gele başardığı netice de bu. Evet, sevimsiz, kanlı 20. yüzyıl 2020’de bitti diye düşünürken, Corona virüsünün yol açtığı COVID ve onu yaratan doğa şartları aslında insan eliyle bile bile işlenmiş, eski tabirle, cürmü meşhut bir cinayetin sonucu ve 21.yüzyılın erken gelen şeamet habercisi...

Bu virüs, tarihin ilk ortak, küresel faciası... Her yerde aynı anda ve aynı şiddette ortaya çıkan ve insanı yok etmeye programlanmış bir genetik bomba. Tam bu noktada, aklın ve mantığın aslında bilimin temel şartı olduğunu hatırlayarak, insan aklının bilimi artık yok etme değil, yaşatmaya, geliştirmeye ve insanlığı, doğasıyla beraber güzelleştirmeye adanmış bir araç gibi kullanma bilincine ermesinden başka bir hayalimiz yok... İlk defa tüm insanlık, nerede yaşarsa yaşasın, hangi siyasal sistemle yönetilirse yönetilsin, ekonomik gücü ne olursa olsun, çareyi, yani aşı adı verilen sihirli icadı, hep birlikte, kutsal bir ayinin efsunlu havasında gözlüyor adeta. İşte umarım 20. yüzyılın sonu bu olsa gerek... Küreselleşme diye tanımlanan küresel kader, meğer kürenin bir anda tümüyle yok olmasıymış... Hem de nükleer silah kullanılmadan... Ve çare olarak da bilim ve bilgi meğer İnsan’ın sonunda ulaşabileceği bir ütopik sihirli kıtaymış...

Toprak ve kültür...

Bu küresel virüs olgusu, eskilerin daha güzel tabiriyle “vakıa”, bende iki evrensel doğruyu yeniden fark etme dürtüsünü uyandırdı: Toprak ve kültür... Sadece fiziki anlamda değil... Düşünsel, ruhani, yani tinsel anlamda. Kelimelerin ardında yatan felsefe anlamında.Biri kazanılıp korunabilen ya da kaybedilen, diğeri ya kazanılan ya da kazanılamayan iki “değer”, iki “dost”. Biri her şeyin nedeni, diğeri her şeyin çözümü. Toprak, hayatın en büyük gerçekliği, bunu anladık umarım... En “sadık yarimiz” büyük Veysel’in su gibi deyişiyle. Hiç yalan söylemeyen, ihanet etmeyen, onu unutsak da o unutmayan... hep veren... ama ihmal ettiğimizde de küsen ve Çinlilerin tabiriyle “içine kapanan” sadık dost... Bir Kızılderili atasözü “İIkbaharda usuI usuI yürü; Toprak Ana hamiIedir” diyor… Ne muhteşem bir insanlık felsefesi… Bu felsefenin sahiplerine “uygar” beyaz adamın reva gördüğünü düşündükçe, geçtiğimiz yüzyıllardan hangi dersleri çıkaracağımız meselesi daha kolaylaşıyor aslında.

Eğitim sistemine çare

Tabii Toprak, suyla beraber yaşayan ve yaşatan varlık… Su onun sevdalısı… Toprak ve su üretmek, çoğalmak, zenginleşmek ve mutlu olmak demek… Eğer eğitim sistemimize bir çare aranıyorsa, ilkokulları toprakta, suda tedrisata çevirmek çaredir derdim… Elinde bir çubukla eşelediği, tohum ektiği, başaklarını topladığını gören bir çocuk, kâinatın bütün sırlarını çözmek için gemlenemez bir iştah, ihtiras ve aşk içinde olacaktır. İşte, kendisi hayatı boyunca “suyu arayan adam” olan Demirel’in ince sözüyle “Bu toprağın bağrından çıkıp, elinde iki yumurtadan başka bir şeyi olmadan hergün köyden kasabaya dört saat yürüyerek okula giden” Aziz Sancar’ları, Uğur Şahin’leri, Özlem Türeci’leri, Aykut Kence’leri daha binlerce bilim insanımızı evrenin yörüngesine oturtan bu sağlam zemindir, topraktır; Romalı Seneca, “Toprak ne kadar zengin oIursa oIsun, ekiImedikçe mahsuI vermez. KafaIar da öyIe; ekiImeyen kafaIar da fikir üretmez” demiş binlerce yıl önce…Toprak işlendiğinde tohumun çiçeğe, mahsule, hayata dönüştüğünü gören ve kendisinin de o kusursuz üretim sarmalının parçası olduğunu sezinleyen dimağlar, kozmosun sırlarına meydan okumaya yol aldılar ve Anadolu toprağının bereketini tüm insanlığın kazanımı hâline dönüştürdüler.

2021’lere bakarken bu insana en çok mutluluk veren, hayaller kurduran ve umutlandıran hikâye…

Peki kültür? Her şeyin çözümü derken, çağrıştırdığı nedir? Çok sevdiğim bir arkadaşım bir gün bana, “Bu ülkede kültürün ne anlama geldiğini anladığımızda kozmostaki yerimizi bulacağız” demişti… Anlamaya çalışırken de bir Alman filozofunun eşsiz kültür tarifini aktarmıştı: “Kültür bir insan topluluğunun, aileden ulusa kadar, sorunlarını çözme kabiliyetlerinin toplamıdır”. Hayranlıkla hâlâ tekrarlarım. Bir sorunu bir insan topluluğunun, mesela bir şirketin, bir üniversitenin, bir siyasal partinin, devletin, nasıl, hangi yöntemle tanımladığı, tartıştığı, tahlil ettiği, hangi yöntemlerle ve üslupla, usulle çözmeye doğru yöneldiği, yanlışlarını görüp göremediği, görürse nasıl düzelttiği, ders aldığı ve bir sonrakilere bu tecrübeden ne bıraktığı, hangi yolla bunu yaptığı... Kültür, bir tohumu toprağa ekip, hasadı toplamak, mamule dönüştürmek, ondan maddeten, manen zenginleşmek, çoğalmak, medeniyet ve mutluluk çıkarmaktır... Bugün dahi bu muhteşem formülasyonu bana öğrettiği için o arkadaşımı her gün sevgiyle anarım. Evet, resim, heykel, müzik, senfoni, kitap,tiyatro, müze, opera… bunlar bir kültürün ürünleri. Ama daha önemlisi, kültür topraktan hayat çıkarmanın yöntemi.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde kültür yatar

Hayat, bu Corona dünyasının da bize öğrettiği gibi, kendi başımıza kaldığımızda, sosyal çevremizden, dünyamızdan uzaklaştığımızda, elimizde kalan en basit çözüm yöntemlerinin bileşkesi… Yani kültür… Kimliği askerlik olan Büyük Atatürk’ün, en büyük eseri Cumhuriyet’i tanımlarken “Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde kültür yatar” ifadesi, millet olarak yaşam hakkımızın ve ihtirasımızın üretmekten, toprağı medeniyete dönüştürmekten geçtiğini ne kadar derin anlatan bir gelecek programıdır! O’nun eserinin bir ürünü olan ve bu toprakların Dünya’ya sunduğu büyük bilim insanlarından Oktay Sinanoğlu, bu toprakların arı su gibi diliyle, evrensel bir şey söylemiş, herhalde felsefeciler çok uzun zamanlar yaşayacaklardır açabilmek için: “Dil gönlü yüzdüren gemidir, toplumun da gönlü var; toplumun gönlünün adı da kültürdür.” Ne muazzam bir sadelik! Bu coğrafya gibi…

Toprağa iyi bakmadık

Peki, biz, bu eşsiz güzellikteki coğrafyamıza ne yaptık? Toprağımıza nasıl baktık? Sadece bizden bahsetmiyorum: İnsanlıktan bahsediyorum.. Büyük şair Pablo Neruda, İspanya İç savaşının, -ki bir başka 20. yüzyıl ayıbı-, kanlı acılarını hatırlarken, “..İnsan olmaktan bıktığım oluyor...ama umudum beni yaşatıyor… Pirinç topraktan ununun tohumlarını aldığında, buğday küçük başaklarını sertleştirip yüzünü binlerce ele uzattığında, devam eden şeylerin, varlıkların sayısız denizine ulaşmak için kadın ve erkeğin birbirine sarıldığı dala koşuyor... evlerden kızgın maden gibi kin fışkırmasın, çiçekler açsın...” diyor... Toprağın, bir savaşın felaketlerini iyileştirecek, insan ruhunu tedavi edebilecek yegâne derman olduğunu tokat gibi mısralarından hissediyoruz Neruda’nın... Ama o toprağa iyi bakmadık.İnsanlıkca, milletçe.

Doğa- insan ilişkisini yeniden gözden geçirme zamanı

WWF Doğal Hayatı Koruma Vakfı tarafından tam da 2020 yılında hazırlanan “Doğanın Yok Oluşu ve Pandemilerin Yükselişi” başlıklı raporu, insanın, ekosistemler ve biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkileri ile bazı hastalıkların yayılması arasındaki bağlantılara dikkat çekiyor. Rapora göre; doğal ekosistemlerin tahrip edilmesi ve değiştirilmesi, ormansızlaşma, yaban hayvanı türlerinin yasadışı veya kontrolsüz ticareti, yabani ve evcil türlerin hijyenik olmayan koşullarda bir araya getirilmesi ve satılması, virüs gibi patojenlerin yabani ve evcil hayvanlardan insanlara geçme ihtimalini yükseltiyor. Sağlığımızı ve geleceğimizi korumak için yapmamız gereken, doğa- insan ilişkisini yeniden gözden geçirmek ve pandemiye karşı gösterilen kararlılığın iklim krizine karşı da gösterilmesini sağlamak.

Geleneksel tarımı ve hayvancılığı yeniden öğrenmeliyiz

COVID-19 ile farkına vardığımız diğer bir konu, gıda ve tarımın önemi. Endüstriyel tarım uygulamaları, biyolojik çeşitlilik kaybında önemli bir etken. Hem yaban hayatına, hem de insan sağlığına dost geleneksel uygulamaların yeniden hatırlanması, bunların yeni bilgilerle yoğurulup tekrar hayata geçirilmesi elzem. Son 35 yılda 68 omurgalı hayvan cinsi yok olmuş.Onlarla birlikte, tüm bu ekosistem ortadan kalkmış, yaşam sarmalı bozulmuş… 2021 ve ötesine bakarken, insan sağlığının, diğer hayvan türleri ve çevre sağlığı ile yakından ilintili olduğu temeline dayanan agro-ekolojik yaklaşımlar önceliklendirilmeli. Her şeyden önce, geleneksel tarımı ve hayvancılığı yeniden öğrenmeliyiz. İşin en zoru en basit olanı yeniden üretebilmek, öğretebilmek.O ilgiyi ve arzuyu yeni nesillerde uyandırabilmek…Buna da eğitim deniyor…

Kozmosa karşı sorumluluğumuz var

Corona pandemisi, temiz ve yeterli miktarda su tedarikinin de sağlığımız için önemini ortaya koydu. Ne yazık ki, suyun gerçek değerinin tam olarak farkında değiliz. Tarımdan sanayiye, enerjiden üretime ekonomimizi döndüren, doğaya ve insanlara hayat veren suya erişimimizi sağlıklı doğal alanlara borçluyuz. İnsanlığın, devletlerin, toplumların, evrenedeki yegâne “Mavi Gezegen” olan Dünya’mızın su kaynaklarının korunmasını ve suyun daha verimli kullanımını sağlayacak bilince ulaşması önce kozmosa karşı sorumluluğumuz.

Ve Trakyamız, Anadolumuz… Son 50 yılda, bu güzelim topraklarda üç Van Gölü büyüklüğünde sulak alan ve ekosistemini yok etmişiz. Ormanlarımızı, tarım alanlarımızı, artık üretimi unutulan mahsullerimizi de keza… Oysa, insanlık tarihinin ilk “milli parkı” Anadolu’dadır. Bugün Manyas Kuş Cenneti’nin bulunduğu yörenin M.Ö. 500 civarında Pers satraplarınca “Paradeisos” (Cennet) adıyla koruma altına alındığı ve kirlenmemesi için bir dizi kural konduğu biliniyor. Satrap yalnız kural koymakla kalmamış, ayrıca atık suların göle karışmasını önlemek için bir de atık su kanalı kazdırmıştı.

Topraktan can alan bir hayat ve sonsuzluk felsefesi

İlk tarih yazıcısı Herodot’un doğduğu, tarihin ilk barış akdi olan Kadeş Anlaşması’nın imzalandığı, ilk doğa filozofu Heraklit’in yaşadığı, tarihin ilk ozanı Ezop’un hayvanları konuşturduğu eşsiz toprağımız Anadolu, miras aldığımız “kültür”ümüzün topraktan can alan bir hayat ve sonsuzluk felsefesi olduğunun evrensel simgesi değil mi? O topraklara sadakatimiz kozmostaki yaşam hakkımızın da anahtarı; bir millet olarak, bir devlet olarak… bir İnsan topluluğu olarak…

Avrupa’nın kaderini değiştiren büyük adamlardan olan François Mitterand, kendi hayatına bakarken, milletlerin de insanlar gibi kaderlerinin ikilemini anlatırcasına seçtiği sözlerinde, toprağı ve suları en saf metofor olarak görmüş: “İçinden geçtiği toprakları sulamak mı, yoksa döküleceği denizlere, okyanuslara varmak mıdır nehirlerin kaderi?”

Evet, insanlığın da, halkımızın da kaderi varoluş anımızın ve nedenimizin iyi anlaşılmasından geçiyor… Umarım, 2020 sadece unutmak istediğimiz yirminci yüzyılın değil, bildiğimiz tarihin de gerçek “son”uydu… Her yeni tohum gibi 2021 de, yepyeni bir ruhun ve düşüncenin insanlık için yeşermeye başladığı an olsun…

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar