Orta gelir tuzakları “pragmatizmle” aşılamaz
Yaklaşık 170 yıl önce William James ve Charles Pierce “pragmatizm” kavramını piyasaya sundu. Kavramla, uygulanabilirlikten öteye bir şey anlatmak isteniyordu; “doğrunun doğasına” ilişkin bir noktaya işaret ediliyordu: “Doğru, insan deneyimlerinin ötesinde var olan üstün bir şey değildi; dünya ile ilişkiliydi. Eğer düşüncelerimiz olumlu sonuçlar yaratan bir fikre ulaşıyorsa, o zaman fikir doğruydu; olumsuz sonuçlar yaratıyorsa fikir yanlıştı.”
Birçok kavramda olduğu gibi, “pragmatizm” kavramının içeriğinde değişmeler oldu.
Varsayım kümeleri önemli
İlber Ortaylı’ya göre, bir fikir projesinin meyvelerini kısa dönemde toplama olanağı yoksa pragmatistlerin ilgi menzilinin dışında kalır; bu çok ilkel bir tutumdur; müteahhitlik ya da köylü zihniyetinin yansımasıdır. Ortaylı, bu saptamayı küçümsemek için yapmadığını, köylünün doğal mücadele halinde ve karnını doyurma zorunda olduğunu, elli yıl sonra meyve verecek ağaçlarla değil, üç yıl sonar meyveye dönüşecek ağaçla ilgili olduğunu belirtir.
Ege Cansen pragmatizm algısını siyasi iktidarlar boyutuna taşır; ülkemizde, iktidarı uzun süredir elinde tutan merkez sağ siyasetçilerin değişmez iktisadi çizgilerinin “pragmatizm” olduğunu belirtir. Bu tutumun, iktidarda olanların iktisadi sorunları, herhangi bir ilkeler kümesine dayalı varsayımlarla oluşturulan zihni modelle değil de, o gün ne yapmaları gerekli ise onu yapmaya yönelttiğini söyler.
Ortaylı ve Cansen’in gönderme yaptıkları alanlar dışında, pragmatizm ‘yazı alanının’ da sorunudur. Çetin Altan’ın 21 Eylül 2007 günü Milliyet’teki köşe yazısında dillendirdiği gibi, “Belki de ‘yazı’nın gününü ve hayatını en iyi şekilde değerlendirmeye dönük ‘pragmatik’ bir anlayış ile bağdaşmaması, kemanı değişik ahenklere göre akort etmeye uğraşanlara ters görünüyor”’ Günü kurtarma peşinde olan iktidar ve güç sahipleriyle, geleceği güven altına almayı amaçlayan gerçek yazı insanlarının sorunlu olmaları, aralarında bitmeyen bilek güreşinin her zaman güncel olması, bakış açılarındaki köklü farklılıklardan kaynaklanır.
Pragmatizm konusu felsefesiz iş yapılabileceğini, ama tam ve temiz iş yapılamayacağını iyi bilenlerin de ilgi alanıdır. Ahmet İnam’ın sözlerini kasaba kültürünün tepkiciliğiyle reddetmeden, alıcı bir ruhla değerlendirmeliyiz: “ Bizdeki Anadolu kültürü daha çok pragmatik bir kültürdür: Yani iş bitirici. sonuç alıcı... Onun için laflar çok önemli değil. Göçebe bir kültürdür bizimki ve insan o anda doğayla baş etmek zorundadır. Laftan çok işe ihtiyacı vardır. Hikmetli sözler belki bir yere yerleştiği zaman, işte akşam vakti ve bayram günlerinde, törenlerde edilebilir. İş sırasında edilemez. Dolayısıyla bizde o anlamda bir felsefe kültürü yok. Felsefî bakış biçimi değil, bilgelik vardır. Tasavvuf var ama tasavvuf felsefesi değil. Felsefe daha eleştirel, zaman zaman yıkıcı, daha alt-üst edici, aslında sınır bozucu bir şeydir.”
Pragmatizmi analiz edenler, asıl zararlı yönünün, olayları derinliğine anlama çabası yerine, o anı kurtarmaya yönelik sığ çabalara yöneltmesine vurgu yapar. Bizim ilgi alanımız odağından baktığımızda, aşırı değerlendirilmiş pragmatizm kaynakları etkin ve verimli kullanmayı engelleyen “vasatlığı besleyen” tutum olarak hepimize bedel ödetiyor. Unutmayalım ki, pragmatizmin bir uygarlık tasavvuru yoktur, tutarlı bir felsefi öze de sahip değildir; o nedenle aldatıcıdır.
Yaratıcı yüzleşme özgüvenine yatırım yapalım
Pragmatist tutum başarımızı kendi içimizdeki gelişmeyle tanımlayarak gerçeklikten uzaklaştırır. Uygun bir modelle bizden ileride olanlarla karşılaştırmalar yapmalıyız ki uygulamalarımızdaki boşlukları fark edebilelim. Bu konuda iki örnek paylaşacağım: Ege Cansen Hürriyet’te 18/6/ 2011 tarihindeki yazısında, iktidarın 2002 Kasım 10 Aralık 2010 arasında 8 yıllık dönemde cari /sabit fiyat düzeltmesi ve kur düzeltmesi yapılarak, yaratılması fiziki bir olay olan milli gelirle ilgili uyarılar yapmaktadır: “Devletin kendi ürettiği resmi rakamlara göre AK Parti’nin ilk 8yılında, toplam milli gelir yüzde 45,7 artmıştır. Bu arada Türkiye’nin nüfusu da yüzde 10 çoğalmıştır. Yani yüzde 45 artan milli gelir, yüzde 10 daha fazla insan tarafından bölüşülmektedir. Kişi başına düşen milli gelir artışı da1.457sayısını 1.10 bölerek yapılır Çıkan sayı 1.325’tir.Yani 2002 yılında kişi başına milli gelir 100 ise 2010 yılında bu endeks 132.5’ olmuştur. Yuvarlak hesap kişi başına milli gelir 8 yılda yüzde 33 artmıştır.”
Aradan 10 yıl geçtikten sonra İbrahim Kahveci, Karar Gazetesi’nde 11 Ocak 2021 günü, “1998 yılından daha fakiriz” başlıklı analizini paylaştı. Diyordu ki, “1998 yılının 5 bin 323 doları aradan geçen sürede ABD enflasyon oranında 2020 değerine yükseltilirse ne olur? 1998 yılının 5 bin 223 doları 2020 dolar karşılığı 8 bin 283 dolara karşılık gelir. 2000 yılı kişi başına GSYH tutarımız şimdilik 8 bin 155 dolar ama muhtemelen 8 bin doların da altına düşecek. Bu tutar Türkiye’de 1998 yılının daha altında bir zenginliği ifade ediyor.”
Aktardığım iki yoruma metotlu ve gerekçeli yanıtlar verilmiş de benim haberim olmamışsa peşinen özür dilerim.
Ülkemizde reformu, metotlu tartışmaları yapabileceğimiz “yaratıcı yüzleşme özgüveni” geliştirebileceğimiz alanda da yapacaksak, bir yetkilinin çıkıp iki değerlendirme karşısında sessizliği bozması gerekir. Yanıtlar, ilkelerini ve metotlarını açıklayarak, rakamların alındığı verilerin kaynaklarını ve hesaplama yöntemlerini de karşılaştırarak verilmelidir. Yapılan hesaplamaların “yanlış” olduğu ya da “doğru” oluğu söylenmelidir. Asıl önemlisi, felsefesini, bakış açısını, metodunu ortaya koyarak sınırları belirlenmiş değerlendirmelerin netleşmesi, kitlelerin doğru bilgi edinme hakkına saygı duyulmasıdır. O zaman pragmatizmin ve spekülatif değerlendirmelerin etkilerini sınırlandırabiliriz. Pragmatis yaklaşımlardan kurtulabilir, bilimin araçlarından yararlanarak etkin çözümler üretebiliriz.