Ölümünden 64 yıl sonra yeni rol
Amerikalı aktör James Dean, 1950’lerde oynadığı sadece 3 filmle hayranlık uyandırmış, gençlerin rol modeli olmuş, ama henüz 24 yaşındayken trafik kazasında ölmüştü (1955). Ölümünden 64 yıl sonra Dean, şimdi “bilgisayar üretimli görüntü” (CGI Computer-generated image) yöntemiyle uzun metrajlı bir filmde “oynayacak.” Dean’in “rol alacağı” filmde onu başka bir aktör seslendirecek. Böyle bir dijital görüntüye “rol verilmesine” ahlaki nedenlerle karşı çıkanlar var, konuya “teknolojinin sanata desteği” açısından bakanlar da var. CGI ile “canlandırılacak” Dean’in, gerçekten rol kesip kesemeyeceğini görmek ilginç olacak. Şimdiye kadar ilk kez, uzun metrajlı bir filmde böyle bir yerleştirme denenecek.
1993’te 63 yaşında kanserden ölen sinema sanatçısı Audrey Hepburn de, bir çikolata reklamıyla 2013’te yeniden doğmuştu.
Önce, Audrey’nin nadide yüzüne benzeyen bir kişi aradılar. Buldukları, Audrey’yi şöyle böyle andıran bir genç kadındı. Onunla, İtalya’da güzel bir çekim yaptılar. Hanımın yüzü bilgisayarda piksel piksel tarandı. Ve ama, olmadı! Çünkü Audrey’i andıran hanım, bunca teknik desteğe rağmen “yeterince” Audrey olamadı.
Yapımcılar sıfır noktasına geri döndüler: Onun eski filmlerindeki kareleri üzerinden üç boyutlu bir dijital Audrey yarattılar. Bu sırada en zor konu, Audrey’nin kadifemsi cildini benzetmek oldu. Bir de, kedi gibi bakan anlamlı gözlerini. Gülümsemesindeki gizemi [Mona Lisa’msı: Gülümsüyor mu nedir?].
Kısacası, Audrey oldu sayılır ama, eh işte... Zaten sadece 1 dakikalık bir çikolata reklamı için yeterliydi [Bakalım, aynı fikirde misiniz? https://bit.ly/2XDQaYc].
Zaten daha önce de GAP, 2007’de Audrey’i yine aynı yöntemle bir reklamında kullanmıştı (https://bit.ly/2D3iCJA). J’adore parfümü de Charlize Theron’un baş rolde olduğu reklamında Marilyn Monroe, Grace Kelley, Marlene Dietrich’i araya katmıştı. Filmde Marilyn, J’adore şişesini eline alıp hayranlıkla bakıyordu mesela (https://bit.ly/2O37Wkg).
Filmlere yerleştirme yapılmasına, dijitalleşmeyle birlikte alışıldı. Ama bunu, dijital öncesi bir sinema filminde 1983’te Woody Allen çok mükemmel kullanmıştı. “Zelig” adlı siyah-beyaz filminde Woody, kendi görüntüsünü, haber filmleri görüntülerine yerleştirerek o zamana kadar görülmemiş bir yenilik yaptı. CGI benzeri, bugüne göre analog sayılan bir yöntemi (Mavi-yeşil perde teknolojisi) sihirbaz gibi kullandı. Haber belgeseli yapısında hazırlanan filmde Mr. Zelig, en olmadık yerlerde en olmadık kişilerle (örneğin ABD Başkanı Hoover veya Hitler’le, 20 başka “ünlü” ile) “birlikte” görülüyordu. Konusu gereği 1920’lerde geçen filmin siyah beyaz olması yadırganmadı. Film, 1983 Venedik Film Festivali’nde özel bir ödül kategorisi olan Pasinetti Ödülü’nü kazandı.
1994’de yönetmen Robert Zemeckis, Tom Hanks’li Forrest Gump’ta aynı tekniği kullandı. Tom Hanks’i çeşitli haber film karelerine “renkli olarak” yerleştirdi. Örneğin onu, ABD Başkanı Kennedy ile aynı film karesinde gösterdi. Film, en başarılı aktör ve yönetmen, en başarılı film, en başarılı görsel efekt ve düzenleme, ayrıca senaryo için toplam 6 Oscar aldı.
Al Pacino’nun bir televizyon yapımcısını canlandırdığı S1mOne (Simone) filminde de Rachel Roberts’in bütün görüntüsü dijital olarak yeniden yaratılmıştı (2002). Gerçek aktörlerin (hayatta olan veya ölmüş) sinema filmlerine yerleştirilmesinden daha da fazlası, halen tamamen CGI’la oluşturulan filmlerde kullanılıyor [Çok örnek arasından Avatar, Dr Strange, Blade Runner, Avengers: End Game, i Robot, ve tabii Matrix].
Ve işte, bu yöntemin son örneği James Dean olacak. Vietnam Savaşı’nda sadık köpeğini koruyan kollayan asker rolünde: Bol gözyaşı. Film, tam da “her gördüğüne inanma!” uyarısının gece-gündüz yapıldığı, sahtecilik ve yalancılığın gerçek ve sahiciyle gitgide karıştığı tekinsiz bir dönemde çekiliyor. Ve, tekinsizliğin daha da artacağı, ABD Başkanlık Seçim kampanyasının daha da kızışacağı 2020’de gösterime girecek.
Bilişim teknolojisindeki gelişme bu tekinsizliğe destek: “Deepfake” (Sahteden de sahte mi desek?), gerçeği mi sahteyi mi gösterdiği bir bakışta hemen anlaşılmayan videolar. Teknolojik ince ayar arttıkça, bu videolara “inananların sayısı” da artacak: “Ben, gördüğüme inanırım. İnancım, benim gerçeğimdir, tartışmam.” James Dean’in CGI ile canlandırılması, aslında “deepfake” tartışmasının tam ortasına düşmüş durumda.
Deepfake vahim bir sorun
Geçen Mayıs ayında ABD’de, Kongre Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’yi sarhoşmuş, veya nörolojik sorunu varmış gibi “bozuk cümleler ve anlaşılmaz bir telaffuzla” konuşuyor gibi gösteren bir video yayınlandı. Videoda bir anormallik olduğunu anlamak için zekâ gerekmiyordu. Trump, videoyu hemen Demokrat Parti’yi “karalamak” için kullandı. Yandaşları da geri kalmadılar. Ama çok kısa sürede videonun “üzerinde” oynandığı, Pelosi’nin konuşma hızının azaltıldığı anlaşıldı. YouTube ve Twitter, videoyu yayından kaldırdı. Ya kim kaldırmadı? Evet, bildiniz: Facebook.
CNN’nin zehir gibi “sorgucusu” Anderson Cooper, Facebook Başkan Yardımcısı Monika Bickert’la durumu 14 dakika süren maraton bir mülakatta konuşurken Bickert’in “çağrı merkezi çalışanı gibi” hep aynı kurumsal söylemde ısrar etmesi ibretlikti: Efendim, Facebook “sahte” olduğunu saptadığı hesapları kapatıyordu evet, ama sahte olduğu “anlaşılan” böyle bir video hakkında ise Facebook kullanıcısını “bilgilendiriyor”, sahteliğine kullanıcının karar vermesini uygun buluyordu. Çünkü Facebook bir teknoloji şirketiydi ve “haber yayıncısı” değildi.
Cooper ona şunu da sordu: “Trump hakkında benzer bir video yayına girse ne yapacaksınız?” Bu soruya Bickert cevap olmayan yavan bir şeyler söyledi, Cooper konuyu sürdürmedi (https://cnn.it/2JHOetw).
Bunlar konuşulurken, Pelosi’nin sahte videosu Facebook’ta 2.5 milyon kez tıklandı. Ardından, bu kez de Facebook’un en tepe ismi Mark Zuckerberg’in “sahte” bir videosu Instagram’a konuldu. Videodaki Zuckerberg: “Düşünün, tek bir kişi, milyarlarca kişinin gizli kişisel verilerini, bütün sırlarını, yaşamlarını, geleceklerini kontrol ediyor. Ben bu konumumu, Spectre’a [James Bond’un da “mücadele”(!) ettiği gizemli kötücül örgüt] borçluyum. Spectre (hayalet, hortlak) bana şunu gösterdi: Kim, veriyi kontrol ederse, geleceği de kontrol eder.”
ABD’de 2020 Başkanlık Seçim kampanyası kızıştıkça, ortalığa ne sahte videolar saçılacak, kim bilir. İşin dehşet veren yanı şu ki, deepfake türü sahtecilik için artık bilişim uzmanı olmaya gerek kalmadı.
Fransız-Alman kültür-sanat tv kanalı Arte’nin görüştüğü, adını “Crtl Shift Face” olarak veren, 300 bin takipçisi olan bir Slovak video hakeri “Videolarım YouTube’da 20 milyon kere izleniyor. Ortalama, 5 günde bir deepfake video hazırlıyorum” diyor. Bunu ünlü olmak için değil, bu teknolojinin ne kadar tehlikeli olduğunu “göstermek” için yapıyormuş.
Almanya’nın yıldız Ar-Ge merkezi Fraunhofer Enstitüsü’nden Prof. Martin Steinbach da yine Arte’ye verdiği söyleşide, “Artık deepfake yapmak için bir ‘fakeapp’ yazılımını telefonunuza indirmeniz yeterli” diyerek teknolojinin geldiği noktaya işaret ediyor (https://bit.ly/2QEl5SH).
Konu o kadar dallı budaklı ki, her geçen gün ortaya öyle yeni bilgiler çıkıyor ki, bu yazıya nokta koyup bitirmek zor… Bu arada, teknolojinin peşinden tıknefes koşmaya çalışan hukuğun ona yetişme şansı yok. Yine de deepfake ve genelde sahtecilik konusunda hukuki adımlar atmaya çalışanlardan New York milletvekili Yvette Clarke, Kongre’ye bir yasa tasarısı sundu.
Tasarı, sosyal medyaya video hazırlayanların, eğer “gerçeği çarpıttılarsa” bu durumu videolarına ekleyecekleri bir işaretle açıklamalarını, ayrıca videonun içine bir “su damgası” (filigran) yerleştirmelerini şart koşuyor. Böylece izleyici, o videoya müdahale edildiğini anlayacak. ABD İç Güvenlik (Homeland) Komisyonu üyesi de olan Clarke, “Deepfake kullanarak seçim sürecine, adaylara yapılacak yerli veya yabancı müdahaleleri engellemeye çalışmak zorundayız” dedi. Ve, Kongre İstihbarat Komisyonu Başkanı Adam Schiff: “Amaçları, seçim sürecini bozmak olan kötü niyetli kişiler kaos, ayrımcılık ve kriz çıkartmayı hedefliyor. Bunu gerçekleştirmek için bütün kampanyayı altüst edebilecek imkanları var. 2020 ve sonrası için, en kâbus gibi senaryolara hazır olmalıyız, çünkü hükümet, halk ve medya sürekli olarak neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlamaya çalışacaktır.”•