Neyin olmayacağı belli oldu
Seçim sonuçlarının belli olması ile birlikte, iş dünyasından bir dostum bana “Türkiye, Arjantin olur mu?” diye sorunca önce “özellikle ekonomi politikalarında makule dönüş olmazsa, evet” dedim. Ama derhal aklıma Anna Karenina’nın ilk cümlesi takıldı doğrusu: "Bütün mutlu aileler birbirine benzer” diye başlar Tolstoy, Anna Karenina’ya “her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır."
Nasıl oldu da oldu?
Tam da öyle, her ülkenin ödemeler dengesi krizi de kendine özgüdür. Arjantin’in ödemeler dengesi krizinin sonuçları Arjantin ekonomisinin yapısına bağlıdır. Türkiye ekonomisinin ödemeler dengesi krizinin nelere yol açacağı da Türkiye ekonomisinin yapısına ve içinde bulunduğu şartlara bağlıdır. “Her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” bir nevi.
Bu ne demek? Türkiye birebir Arjantin olmaz. Türkiye’nin ödemeler dengesi krizi sonuçları itibariyle Arjantin’in ödemeler dengesi krizi ile aynı sonuçlara yol açmayabilir. Etki burada daha derin olur. Neden? Türkiye bir sanayi ülkesidir.
Türkiye’nin toplam ihracatının yaklaşık yüzde 80’i imalat sanayi mamullerinden oluşmaktadır. Aynı oran Arjantin için yaklaşık yüzde 20 civarındadır. Türkiye bir dizi girdiyi bir araya getirerek bir sanayi malı üreten ve bu ürünü satarak döviz kazanan bir ülkedir.
Türk sanayiinin üretmeye devam edebilmesi için girdi ithal etmeye devam etmesi gerekir. İthal girdi temini zorlaşırsa, Türkiye üretemez, fabrikalar tatil edilir, çalışanlar işlerini kaybeder, Türkiye ekonomisin yabancı para kazanma kapasitesi azalır.
İsterseniz grafiğe bir daha bakın. Grafikte çevremizde, imparatorluk coğrafyamızda yer alan ülkeler ve Arjantin var. Arjantin daha çok Rusya’ya benziyor. Türkiye bölgesinde önemli bir sanayi ülkesi olarak pırıl pırıl parlıyor bana sorarsanız.
Mart 2024 Belediye seçimleri ile ilgili kaygılar belirleyici oldu
Türkiye’nin ödemeler dengesi krizi, Türkiye’nin Arjantinleşmesi, denildiğinde anlaşılması gereken, Türkiye’nin 2018’deki Rahip Brunson krizi benzeri geçici zorluklara geri dönmesi değildir. Bu kez Türkiye’yi bekleyen 1977’de rahmetli Demirel’in “Yetmiş cent’e muhtacız” dediği haldi. Daha ciddiydi, bir nevi. Hadiseyi daha ciddi kılan “faiz sebep, enflasyon netice” yanlış önermesinin yol açtığı semptomlara müdahalelerin Türkiye ekonomisinde serbestlik alanını giderek kısıtlamasıydı. Bize özgüydü.
Türkiye ekonomisi Arjantin ekonomisi olmadığı gibi, 2023’ün Türkiye ekonomisi de 1977’nin Türkiye ekonomisi değil. Türkiye o vakit içe kapalı bir tarım ülkesiydi. İmalat sanayi ihracatının toplam ihracattaki payı bugünkü Arjantin gibiydi.
Nedir? O dönemde 70 Amerikan kuruşuna muhtaç hale gelince, dış temsilciliklerimize döviz gönderemiyorduk, sağda solda ilaç, sigara kuyrukları vardı. Ama bugün 70 Amerikan kuruşuna muhtaç olmak demek, Mart 2024 yerel seçimlerine kadar, öncelikle hızla artacak işsizliğe razı olmak demekti.
“Çocukları pistten alalım…”
Bir süreden beri özellikle ekonomi politikalarında makule dönüş zorunluluğu zaten görünür hale gelmişti. Bankaların döviz kuru kotasyonları ile serbest piyasanın alım satım fiyatları arasındaki fark yüzde 10’a vurmuştu. Bu öncü göstergenin ne getireceği belliydi. Arjantin’de karaborsa ile resmi kur arasındaki fark ilk yıl yüzde 20, ikinci yıl yüzde 50, üçüncü yıl ise yüzde 100’ün üzerindeydi. Bankadaki dolar hesaplarından nakit çekimi yasak olup, hesaptan hesaba göndermek serbestti. Falan filan. Sorunun ne olduğu ortadaydı. Zaten 14 Mayıs’ta seçim bitmeyip, ikinci tura kalınca ortadaki hazırlıksızlık göz alıcıydı. Gelen belliydi.
Neyse ki bir çözüm yolu bulundu. Rahmetli Demirel “sandığın sonucunu değiştiremezsiniz ama sandıktan çıkanı değiştirebilirsiniz” derdi. Nitekim şimdi öyle oldu. Hafta sonu kabinenin açıklanmasıyla birlikte neyin olmayacağı artık belli oldu. Neyin işe yaramadığı da tescil edildi.
Akıl dışının uzatmalı bayram haftası böylece sona erdi. Bir nevi, “çocukları pistten alalım, mekânın sahipleri geldi” anonsunu duyduk gibi geldi bana bu hafta sonu. Şimdi sıra neyin olacağında.
Gerçi dünden beri “huylu huyundan vazgeçer mi?” kabilinden laflar duyuyorum. Bu kadim sözün İngilizce versiyonunu da yeni öğrendim. Bir yabancı dün bana, pazar pazar yani, “the fox changes fur, but not the habits (Tilki kürkünü değiştirir, huyunu asla)” dedi. Bakın o da güzelmiş.
Peki, mümkün mü on ayda Türkiye ekonomisini toparlamak? Evet
Ama bu noktada, sanırım Türkiye’nin Arjantinleşmesinin önlenmesi hadisesinin dokuz ay sonraki yerel seçimler için önemi ortada. Kimse dokuz ay sonraki yerel seçimlere iki katına çıkan işsizlik ve moral bozan bütçe açıkları ile gitmek istemez sanırım. Bu noktada, ekonomide yaşanan sıkıntılar değil, kutuplaşma bu seçimi belirledi argümanına da katılmadığımı söyleyeyim.
Birincisi, son dönemde artan enflasyonla ve depremle belirginleşen yaşam maliyeti krizi 14 ve 29 Mayıs seçimlerinde önemli bir rol oynadı ve iktidara önemli ölçüde oy kaybettirdi. Geçen seçimden iki partili bir koalisyonla çıkmıştık. Şimdi Cumhurbaşkanlık Sarayının önünde galibiyeti kutlamak için el ele tutuşan yedi kişi/parti vardı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi beklendiği gibi büyük partilerin ufalanması (atomizasyonu)’na yol açmaya devam ediyor. Neden?
İkincisi, artan yaşam maliyeti krizinin etkisini geçici olarak hafifletmek için alınan tedbirler bu seçimin tarihe Sayın Erdoğan’ın en pahalı seçim başarısı olarak yazılmasını garantiledi bana sorarsanız. Bundan öncekilerin böyle olmadığını vurgulamak lazım. Neden bu kez seçim başarısı çok pahalıya mal oldu?
Bugün bu konuya girmeyeyim. Peki, mümkün mü on ayda Türkiye ekonomisini toparlamak? Evet. 2001 krizi ile kıyaslandığında, durum o kadar da kötü değil aslında.
Öncelikle bankalarımız ayakta. O gün hasar daha belirgindi. Şimdi kamu bankalarının desteğe ihtiyacı olduğu görünüyor. İkincisi, şirketlerimiz ayakta ve sağlam. Oradaki hasarda kontrol edilebilir durumda. Üçüncüsü, kamu bütçesinin gördüğümüz kadarı, durumun umutsuz olmadığına işaret ediyor. Evet, bütçe açıkları büyüyor daha da büyüyecek. Yok, artık dedirtecek. Ama borç stokunun milli gelir içindeki payı yüzde 27 dolayında. Bunun deprem ve son seçim harcamaları ile yüzde 40’ları aşması için gereken mali alan var sanki bütçede. İş ki makul ekonomi politikaları ile kamu borçlanmasını makul faiz oranlarından sürdürmek mümkün olsun, dolarizasyon yerini çakma değil hakiki liralaşmaya bırakabilsin.
Neye bakacağız öncelikle? Bu on ayda CDS risk primi 250’nin altına düşebilir mi? Enflasyon bekleyişleri 20’nin altına inebilir mi? Olur mu? Neden olmasın?
Geçtim kapsamlı bir ekonomik program çerçevesini, Türkiye bölgesinde önemli bir ülke, Suriye’den Ukrayna’ya pek çok sorunda kilit. Hafta sonu Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın Cumhurbaşkanımızın yemin törenine katılmış olmaları önemli bana sorarsanız.
Nedir? Fon akımlarının, özellikle doğrudan yatırımların, jeopolitik mesafeye bağlanmakta olduğu bir yeni dönemde dış politika ile ekonomi politikası arasındaki bağlantı sıkılandı. Türkiye’nin bu döneme hem ekonomide hem dış politikada makule dönerek giriyor olması önemli.
Burada makulden muradım Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşıp, müttefiklerine dönmesi filan değil. Türkiye’nin taktik hamlelerini bir stratejiye dayalı olarak yapması gerektiğinin altını çizmek. Sun Tzu boşuna “Stratejisi olmayan taktik hamleler yenilgi öncesi gürültüdür” (Tactics with no strategy is the noise before defeat) demiyor. Türkiye’nin son birkaç yılı böyle geçti doğrusu. Şimdi makule yani bir stratejiye dayalı taktikler politikasına dönme zamanı.
Türkiye’nin üçüncü demir çelik tesisi olan İskenderun Demir Çelik’i 1960’ların sonunda Sovyetler Birliği’nin desteği ile yapmış olduğunu da buraya not düşeyim. 1968’de Çekoslavakya’nın işgalinden hemen sonra 1969’da Türkiye’ye 600 Sovyet teknisyeni geldi. Hangi Türkiye’ye? 1952’den beri NATO üyesi olan Türkiye’ye.
Türkiye gündeminin yeniden küresel gündeme oturması lazım
Türkiye nasıl bir sanayi ülkesi oldu? İşte böyle. Bir sanayileşme stratejisine dayalı bu tür taktiklerle. Cumhuriyetimizin ilk yüzyılı böyle örneklerle dolu.
Şimdi ikinci yüzyıla girerken, küresel ölçekte NATO’nun kuruluşundan beri en büyük yeniden yapılanmayı yaşıyoruz. Yeşil ve Dijital dönüşüm sürecini böyle görmek lazım. Alan kaybetmemek lazım. Küresel yeniden yapılanmadan azami faydalanmak lazım. Neyin olmayacağı belli olmuş, neyin olması gerektiğini tartışmaya başlamışken hatırlatmak istedim.
Küçük bir notla bitireyim: TEPAV da bu hafta 9 Haziran’da esas gündeme dönüyor ve “Kömürden çıkışta Alman tecrübesi”ni Alman uzmanlarla birlikte tartışmaya açıyoruz, adil geçiş nedir yakından bakıyoruz. Türkiye’nin gündeminin yeniden küresel gündeme oturması lazım.