Nereden çıktı bu İklim Bankası işi?
Bugün yeşil-dijital transformasyon konusunda çıkan kısmı özetleyerek, konuyu finansman meselesine, İklim Bankası’na bağlayayım. Böyle kapsamlı bir transformasyonun gerektirdiği yatırımlar nasıl finanse edilecek? Siz daha bir şey düşünmemiş olabilirsiniz ama düşünenler var.
Avrupa Yatırım Bankası, 2020’nin Kasım ayında kendisini bir İklim Bankası’na dönüştürmek için bir yol haritası açıklamıştı. Neden? Gereken dönüşümün son derece kapsamlı olmasından ve bir dizi risk içermesinden elbette. Yalnızca finansal riskler de değil bu arada. Geçiş süreci kolay olsa, bu işi nasıl yapacağız diye bu kadar düşünen çıkmazdı.
COVID-19 salgını iklim değişikliği gündemini hem yapılabilir kıldı hem de işi zorlaştırdı
İklim değişikliği deyince, benim çocukluğumda, akla gelen Greenpeace eylemleriydi esas olarak. Greenpeace’in kuruluş yılı 1971, Dünya Çevre Günü ise ilk olarak 1972 yılında kutlanmıştı. Elli yıl sonra bugün, iklim değişikliği gündemi artık tartışma gündeminin kıyısında değil, tam merkezinde yer alıyor. Neden?
Karbon bazlı olmayan bir büyümeyi mümkün kılacak teknolojilere sahip olduğumuzu uzun bir süreden beri biliyoruz. Üretim sürecinin örgütlenme biçimini değiştirerek, yeni teknolojiler vasıtasıyla, karbon emisyonlarını azaltabiliyoruz. Yeni teknolojik devrimin, kendi kendini besleyerek karbon emisyonları ile büyüme arasındaki pozitif ilişkiyi hızla gevşeterek ortadan kaldırabileceğini de görüyorduk. Peki, neden bu kadar bekledik?
Geçiş sürecinin gerektirdiği sabit sermaye yatırımlarının boyutları önemli bir faktördü ama öyle görünüyor ki COVID-19 salgını işin rengini değiştirdi. Hem finansman maliyetleri hızla düştü, hem de virüs sonrası toparlanma için kamu yatırımları ile ekonominin canlandırılması ihtiyacı doğdu. Böylece yanı başımızda, Atlantik’in iki tarafında, bir yeşil-dijital ticaret bölgesi şekillenmeye başladı. Şimdi sürecin başındayız.
Gıda fiyatları son on yılın zirvesinde
İklim değişikliği meselesinin gündeme gelişi COVID-19 salgını ile yakından alakalı. Aynı zamanda salgın özellikle bizim gibi ülkelerde işi zorlaştırıyor. Neden? Geçenlerde Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) gıda fiyatları endeksi son on yılın zirvesine ulaştı. Gıda fiyatları yalnızca Türkiye’de değil, dünyada artıyor. Ortada COVID-19 kaynaklı bir gıda talebi var. Nasıl bir aşı milliyetçiliği varsa, gıda milliyetçiliği de var. Taşımacılık maliyetleri ve petrol fiyatlarındaki yükselme de gıda fiyatlarındaki artışı destekliyor. Bu ilk risk unsuru.
Ülkemizde gıda fiyatlarının seyri ise tartışmaya açık doğrusu. Ancak Metropoll’ün Mayıs anketine katılanların yüzde 80’den fazlası Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yüzde 17’lik tüketici enflasyonu rakamına inanmıyor. Yüzde 60, tüketici enflasyonunun yıllık yüzde 30’un üzerinde olduğu kanısında. TÜİK’e inananların oranı ise yüzde 5,8 kadar. Tüm partileri etkileyen bir kredibilite kaybı söz konusu.
Şimdi geleyim ikinci risk unsuruna. Örneği Türkiye’den vereyim. Geçen hafta Dünya Bankası Türkiye Ofisi’nin düzenli olarak yayımladığı Turkey Economic Monitor’un (TEM) son sayısı, ülkemizde COVID-19 kaynaklı istihdam kayıplarının yüzde 60’ının en alttaki yüzde 40’tan kaynaklandığına işaret ediyordu. Nedir? COVID-19 krizi, en kırılgan kesimlerin en kötü etkilendiği bir kriz. COVID-19 ile birlikte ülkemizde 1,6 milyon kişi daha yoksulluk seviyesinin altına düştü. 2019 yılından itibaren bakarsanız, yoksulların sayısındaki artış 3 milyonu buluyor.
Bir yandan gıda fiyatları artarken, öte yandan yoksulların sayısı da yükseliyor. Türkiye’de de böyle, dünyada da. Şimdi bunun üzerine bir de yeşil-dijital transformasyonun neden olacağı olası yeni yoksullar gelecek. Nasıl mı? Yeşil-dijital transformasyonla birlikte gelecek yeni teknolojik devrim daha beceri sahibi, problem çözme kabiliyetine sahip bir işgücü gerektirecek. Türkiye gibi nüfusunun yüzde 60’ı ortaokul mezunu ve ortaokuldan terk olan bir ülkede, eğitim alanında yapılacak çok iş var. İşgücü piyasalarında büyük adımlar atılması gerekecek.
Sizce bu çalışma grubunda ne eksik?
Peki, biz işin bu tarafının farkında mıyız? Sanmıyorum. Ticaret Bakanlığı’nın Avrupa Yeşil Mutabakatı Çalışma Grubu’na bakın isterseniz. Ticaret Bakanlığı yanında, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı temsilcileri var içinde. Ne yok? Milli Eğitim Bakanlığı yok. Başka? Çalışma Bakanlığı yok. Başka? İçişleri Bakanlığı yok. Malum Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü hala orada.
Yeşil-dijital dönüşüm, aynı pandemi gibi, yereli dikkate almadan yönetilebilecek bir süreç değil. Yerelin farklılıklarına odaklanmadan, adil geçiş talebini biçimlendirebilmek esasen mümkün değil. Bu çerçevede, Avrupa Yeşil Mutabakatı Çalışma Grubu’nun yapısı hadiseyi nasıl kapsamlı bir biçimde kavrayamadığımızı gösteriyor, bana sorarsanız.
Bu durumu en iyi gösteren grafiği aşağıya koyayım. Manisa-Soma’da çalışanların yüzde 46,7’si kömür madenciliği işinde çalışıyor. Aynı oran Zonguldak’ta yüzde 20’yi buluyor. Fakat Türkiye’nin bütününe baktığınızda toplam çalışanların yalnızca yüzde 0,98’inin ilgili sektörde çalıştığını görüyoruz.
Şimdi Türkiye’nin bütünü için tasarlanan adil geçiş programı ile Manisa-Soma için tasarlanacak programın aynı olması düşünülemez. Manisa-Soma için alınacak desteğin, Somalılara nasıl aktarılacağını şimdiden yerelde düşünmek gerekir. Yeşil-dijital dönüşüm düşünüldüğünde, yerelde ne tür kamu yatırımlarına ihtiyaç duyulacağını, yerelin ihtiyaçlarını dikkate alarak tasarlamak zorundayız.
Sonuç açık sanırım. Türkiye’nin yeşil-dijital dönüşümün dışında kalması mümkün değilse, bu işi nasıl yapacağını, ne tür desteğe ihtiyacı olduğunu daha ayrıntılı düşünmeye ihtiyacı var. Kurduğumuz mekanizmaları bir an önce gözden geçirmekte fayda var.
İklim Bankası yol haritası açık: Yerelin farklarını dikkate almadan bu süreci yönetemeyiz
Halbuki, Avrupa Yatırım Bankası’nı İklim Bankası’na dönüştürmek için ortaya konulan yol haritası, olumlu ve olumsuz tarafları ile süreci bir bütün olarak kavrıyor. Kapsamlı bakış açısı dediğim bu işte. Önce dört odak alanı saptanmış. İlki yeşil finansman vasıtasıyla geçiş sürecinin ivmelendirilmesi. Yatırımların artırılması ve yeni inovasyon süreci bu başlık altında.
İkinci odak noktası ise bütüncül stratejik bakış açısının oluşturulması ve hesap verebilirlik. Burada iklim, çevre ve sosyal politikaların entegrasyonu hedefleniyor. Üçüncü nokta, herkes için adil bir geçiş sürecinin tasarımı. Burada kırılganlıkların azaltılması ve mekâna dayalı intibak planlarının hazırlanması öne çıkıyor. Dördüncü nokta ise, Paris Anlaşması ile uyumlu aktivitelerin finansmanı.
Doğrusu bu çevçevede bakıldığında, bu finansman meselesi adil geçiş talebinin ayrılmaz bir parçası. COVID-19 bir yandan iklim değişikliğini gündemin merkezine yerleştiriyor, öte yandan ise geçiş sürecinin yönetimini, bir nevi, zorlaştırıyor, ama imkânsızlaştırmıyor doğrusu. Ben daha çok, sosyal korunma ağı zayıf olan ülkelerin, öncelikle bu tür bir ağı tasarlamaya odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye bu tür ülkelerden bir tanesi. İşte size bir fırsat alanı.
Mesele artık dünyanın farkında olmak ya da olmamak meselesidir. Avrupa Yeşil Mutabakatı karşısında, Türkiye’nin yukarıdaki yapısal bozukluğuna işaret ettiğim çalışma grubunda, ilk önce “Zaten bu yapılan iş Dünya Ticaret Örgütü kurallarına aykırı, yürümez” ve “Bu yapılan Gümrük Birliği’ne aykırı, işlemez” argümanları benimsenmişti. Ne oldu? Olmadı.
Geldiğimiz noktada, ben bu ara “Durun bakalım, Haziran’da ortaya ne çıkaracaklar?” ile “Hem zaten kendi aralarında anlaşmaları kolay değil, bekleyelim” argümanlarını duyuyorum. Bunlar yanlış işler. Tembel öğrencinin “elektrikler kesikti çalışamadım”ı ile “bunu saymasak, bir daha sınav yapsanız” talebine benziyor. Ayıptır. Yazıktır.
“Bizi Ek1’den çıkartın” ezik talebinden, iklim değişikliği politikası çıkartamayız. “Yeşil İklim Fonu”ndan gelecek bozukluklar ile bu geçiş sürecini finanse edemeyiz. Şimdiden söylemiş olayım.