Muhafazakâr devrim meselesine yeniden bakmak
“Muhafazakâr devrim” – „Konservative Revolution“- 1918 sonrası bir Alman icadıdır. 1918 sonrasının icadıdır çünkü “Kasım günleri” yani 1919 Ocak ayında Rosa Luxemburg'un ve Karl Liebknecht'in öldürülmesiyle sonuçlanacak olaylar zinciri –4 Kasım 1918 Kiel denizci isyanıyla ateşlenen ve aslında başlangıçta Spartakusbund ile ilgisi olmayan bir zincir- o zaman başlamıştı. Almanya'nın savaşı askeri değil ekonomik nedenlerden –Osmanlı'yı bile şaşırtan, Alman halkının ve askerlerin çoğuna da sürpriz görünen biçimde- aniden kaybetmesi, havlu atması Kasım günlerinden, yani işçi isyanlarından hemen önce gerçekleşmişti. Alman gerici küçük burjuvasının ve yenildikleri birdenbire yüzlerine söylenerek terhis edilmeye başlayan –fakat cephedeki duruma bakınca yenilmişe pek de benzemeyen- askerlerin bu ani çöküşe bir suçlu aramaları doğaldı. Savaş nasıl olur da askeri olarak kaybedilmeden kaybedilirdi? Ekim 1918’de Genelkurmaya gidilerek “Alman ekonomisi artık savaşı sürdüremiyor, sanayimiz iflas etti” denmemiş miydi? Nedeni barikatlar kuran, grevlere kalkışan bu “işçiler” değilse kimdi? Küçük burjuvanın ve gerici Junkerlerin gözünde işçi direnişinin Alman Genelkurmayı savaştan çekilme kararını dünyaya açıkladıktan haftalar sonra başlamış olmasının ne gibi bir önemi olabilirdi? Savaşı bu Bolşevik çırakları, bu işçi sınıfı denen pleb sürüsü kaybettirmişti işte. Alman sağına göre apaçıktı bu.
Oysa “Kasım günleri” 11 Kasım 1918’de başladı. Almanya’nın yenilgisi ise 28-29 Eylül 1918’de belli olmuştu ancak Genelkurmay başkanı Mareşal Ludendorff ABD başkanı Wilson’un aracılığını talep ettiği, İngiltere ve Fransa bu aracılığa şüpheyle baktığı için müzakereler bir ay kadar sürmüştü. 28-29 Eylül 1918’de İngiliz-Fransız güçleri ilerlerken Bulgaristan teslim olmuştu. Arkasından çok güvenilen savunma hattı Siegfried Stellung’un –diğer adı Hindenburg Hattı- müttefikler tarafından hızla geçilmesi sonu getirdi. Bu arada Rosa Luxemburg son dakikada salıverildiği için ancak 10 Kasım günü Berlin’e gelebilmişti. Ne Spartakusbund’un –ki gevşek bir gazete yapılanmasından ibaretti- ne de SPD’den ayrılan bağımsızların (USPD) önemli bir etkisi olmuştu. “Kasım günleri” de Alman devrimine benzeyen ilk günler de Kiel ve Münih günleriydi, Berlin günleri değil. Alman sosyal demokrasisinin sol kanadı ise fiziken de moral açıdan da neredeyse sadece Berlin’de etkiliydi ama orada da isyan yoktu. Almanya kimsenin isyanı veya müdahalesi olmadan kendi kendine yenilmişti. Ama ne askerler ne de Alman sağı buna inanmak istiyordu.
Almanya’nın yenilgisinin nedenleri hakkında çeşitli tezler var. Bazıları stratejik –çok fazla cephede savaşmak, bazıları taktik –çabuk bir zafer uman Schlieffen Plan’ının erken başarısızlığı, bazılarıysa savaşın son aylarında sayıları onbinlerle ölçülecek kadar çok sayıda Alman askerlerinin teslim olduğu –Alman askeri tarihinde bir ilk- bir dizi yenilgiyi öne sürüyor. “Zaferin Seine nehrinde kazanılacağını” 1913’te bile iddia etmekte olan von Moltke’nin düzelttiği yeni haliyle bile Schlieffen Planı tek atımlık baruta benzeyen bir plan olarak biliniyor. 1914’te Almanya’nın Fransa ve Belçika karşısına 7 ordu (1,5 milyondan fazla asker) yığdığı ancak Rusya cephesinde 2 milyon Rus askerine karşı sadece bir süvari ve bir piyade tümeni yerleştirdiği yazılıyor. Yani zaferin batıda kazanılacağından ve çabuk kazanılması gerektiğinden emin olan Almanya gücünü burada yoğunlaştırmış, Rusya cephesine kuvvetlerinin sadece 1/10’unu ayırmıştı. Üç günlük gecikmeye bile tahammülü olmayan bir yıldırım harbi planı ex post çok hatalı görünüyor olmakla birlikte savaşın uzayacağı anlaşıldıktan sonra olanları başlangıçtaki –işe yaramayan- Schlieffen Planı’na bağlamak gerçekçi görünmüyor. Yine de Almanya sonlara doğru zorlukla da olsa dört yıl boyunca savaşabildi. Ancak Schlieffen Planı daha geniş anlamda o kadar da boş bir plan sayılmamalı çünkü üstü örtük olarak Almanya’nın uzun sürecek bir savaşı kazanacak ekonomik gücünün olmadığının kabulünü içeriyordu ki olan da budur. Almanya’nın ekonomik gücünün birden fazla cephede süren bir harpte hem savaş makinesini çalıştırıp hem de halkının tarımsal ürüne ve sanayi malı ihtiyacını sağlamaya yetecek kadar yüksek olmadığının altını kesinlikle çizmek gerekiyor. Ancak gerçeği kabul etmek o kadar kolay olmuyor; üstelik sağı solu suçlamak gibi kolay bir alternatif dururken.
Tamam, dünya yıkılmıştı ve Almanya savaşı kaybetmişti –ki Almanların çoğu açısından aşağı yukarı aynı şey sayılmalıydı. O zaman devrim şart mıydı? Bolşevikler öyle mi diyordu? Belki, ama bu tümüyle “Alman”, tümüyle “muhafazakâr”, hatta völkisch bir devrim olacaktı. Völkisch tabiri elbette ırkı içeriyordu; hatta özü ırk idi. Irka dayalı bir halk kavramı demekti. Ayrıca anti-semitik çağrışımı baştan itibaren açıktı. Öte yandan völkisch düşünce –„Der völkische Gedanke”- hem Batı Avrupa hem de Rusya karşısında siyasi ve kültürel açılardan bağımsızlaşmak, Alman olmak demekti. Bolşevizm belki Rusya'da anlaşılabilirdi: Ekim, Ruslar için “milli” bir devrimdi. Ruslar için uygun olan Almanlar için uygun olamazdı. Alman gericisi de Alman küçük burjuvası da böyle düşünmeye başlamıştı. Almanların da “devrime” ihtiyacı vardı, ama “muhafazakâr” olanına. Ve elbette işçilere hadlerini bildirmek gerekiyordu. Ordu bunu zaten yapıyordu. Lakin bu kadarı yetmezdi. Alman zihniyetini değiştirmek de gerekliydi. Ama nasıl?
Kökleri Fransız Devrimine ve 19. Yüzyıl başı Alman romantizmine kadar giden –Johann Gottlieb Fichte, Ernst Moris Arndt, Friedrich Ludwig Jahn- völkisch o dönemde de etnik bir referansa sahipti. „Wir sind ein Volk“ Almanya’nın etnik temelde birleşmesi demekti ve 1989’da Berlin duvarı yıkıldığında bu sloganın geri gelmesi şaşırtıcı değildir. Genel olarak völkisch’in tüm etnik/ırka dayalı göndermesine rağmen Hitler’e yetmediğini biliyoruz. Öte yandan völkisch düşünce antisemitik çağrışım yüklü olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında dile getirilmeye başlanmıştı
Evet, Alman icadıdır. Ancak ‘Alman icadı’ olanın bazen Fransız düşüncesinin izdüşümü ve bazen de tersi olduğu görüşü de var. O kadar ki Jean-Luc Evard 2011’de “Fransız düşüncesinin Alman krizinden” – « la crise allemande de la pensée française » - ve simetrik olarak “Alman düşüncesinin Fransız krizinden” bahsedilecek bir kültürel transfer alanı imliyordu. Öte yandan “muhafazakâr devrim” –terimde çelişki gibi görünen ve bir ölçüde çelişkili olan, genç Raymond Aron’u 1933’te ikircikli bırakan bu terim- tam olarak neyi anlatıyordu? Sternhell de faşizmin Fransız köklerinden bahsederken benzer bir ilişkiye değiniyor. Öte yandan ikircikli « muhafazakâr devrim » terimi François Furet’nin devrimden pek hoşlanmayan söyleminde genelleştiriliyor. Yani Fransız devriminin –sonuçta her devrimin- bizzat kendisinin de insanı ikircikli bırakan bir çift dilliliğe yol açtığı iddia ediliyor. Öte yandan Jünger’in etkilendiği, “büktüğü” Maurras da “muhafazakâr devrimden” bahsetmemiş miydi? Üstelik hiçbir devrimin başarılı olamayacağını, hele hele muhafazakâr bir devrimin mantıken başarılamayacağını yazan da Maurras değil miydi? [Merak edenler için: Maurras (1925 : 423): « En pratique, on ne réussira jamais une Révolution, surtout une Révolution conservatrice, une Restauration, un retour à l'Ordre, qu'avec le concours de certains éléments administratifs et militaires. Or, ceux-ci, étant par définition ou par hypothèse des éléments d'ordre, ont besoin de savoir où on les mène, ce qu'on prétend leur faire faire. Ils doivent donc s'inquiéter de la sûreté du chemin et de la vérité des itinéraires. Qu'une idée soit vraie ou fausse, cela peut-être indifférent à la multitude guidée par son plaisir, son caprice et ses illusions; mais des hommes chargés de fortes responsabilités et de graves devoirs veulent vérifier. »]
Hitler bu genel “muhafazakâr devrim” dalgasının içinde devinmiştir. 1930'a kadar Hitler'in bu genel akımın içinde küçük bir aktör olduğunu, iktidara gelse gelse daha ağır topların gelebileceğini düşünen çoktu. 1929 hala Nasyonal-Bolşevizm'den –Nationalbolschewismus- bahsedilebilen bir yıl değil miydi? “Muhafazakâr devrim” Thule'den başlayarak hem yukarıya hem derine nüfuz edebilen bir ideolojik ve entelektüel dalga yaratmamış mıydı? Ordu, burjuvazi ve devletin mandarinleri krizi yönetmek için hem eski usul muhafazakârlık –Altkonservatismus- kaynaklarına hem de heyecan verici bir hareket yelpazesi üreten “genç muhafazakârlık” –Jungkonservatismus- türevlerindeki ışıltılı isimlere yönelemez miydi? Junker –toprak soylusu- hâkimiyetindeki Alman ordusu ve aristokratik niteliğinden kuşku duyulamayacak elit Alman büyük burjuvazisi bula bula soyu sopu belirsiz, deli saçması laflar eden, 1923 birahane darbesinden hüküm giyip zor kurtarılmış, Avusturyalı çatlak bir onbaşıyı mı iktidara getirecekti? Geldi ve bu Almanya'nın, Nazizm’in özgüllüğüdür. Ya Maurras yanılmıştı ya da bu artık “muhafazakâr devrim” değil bambaşka bir şeydi.