Montreal Protokolü’nden Paris Anlaşması’na
İklim değişikliği konusunda hakikaten ilk kez, konuşmaktan yapmaya geçiyoruz. Tüm sektörlerde, yeni teknolojilerle iş sürecinin aşamalarının azaltılmasından, yeniden organize edilmesinden bahsediyoruz.
ir süredir, “Yeşil Yeni Mutabakat ile iklim değişikliği konusunda, artık konuşmaktan yapmaya geçiyoruz” diyorum. Bugün bir düzeltme yaparak başlayayım. Bu ifade hem doğru hem de doğru değil.
İklim değişikliği gündemi yeni değil, en azından 50 yıllık. Greenpeace, konu ile ilgili farkındalık yaratmak üzere 1971 yılında kuruldu. Dünyada iklim değişikliği konusunda ilk konferans, Stockholm İklim Konferansı, 1972 yılında toplandı. O zamandan beri iklim değişikliği ve etkilerini konuşuyoruz. Ancak, bu elli yıl içinde hiç adım atılmadı demek tam olarak doğru değil.
1987 tarihli Montreal Protokolü, ozon tabakasının incelerek işlevini yerine getirememesine neden olan klorofl orokarbonlar (CFC) gibi kimyasalların ithalatını ve üretimini yasakladı. O vakit, Antarktika üzerinde ozon tabakasının “delinmesi”, herkesin harekete geçmesine neden olmuştu. Ozon tabakasının işlevsizleşmesi demek, yeryüzünde hayatın güneşin zararlı ışınlarından korunamaması demek sonuçta. Sonuçları, yeryüzünde bildiğimiz anlamda hayat açısından, bilim kurgu romanı gibi aslında. Bir ara anlatırım.
Sonuçta, CFC, buzdolabı ve deodorant dâhil, her tür spreyin üretiminde kullanılıyordu o vakitler. Vazgeçtik. Belki maliyetler arttı, ama hayatımızın akışında büyük bir değişiklik olmadı doğrusu. Hala buzdolabı kullanıyoruz mesela. Peki, şimdi benzer bir durumla mı karşı karşıyayız? Hayır. Hidrokarbonların hayatımızdaki yeri, CFC kullanımı kadar kısmi değil, çok daha kapsamlı.
O kadar kapsamlı ki, bu kez, iklim değişikliği konusunda hakikaten ilk kez, konuşmaktan yapmaya geçmekte olduğumuzdan söz edebiliriz. Bu kez, karbon bazlı olmayan bir büyümeyi mümkün kılacak kapsamlı bir teknolojik değişimden bahsediyoruz. Hadise yalnızca enerji sektöründe, hidrokarbonlardan yenilenebilir enerjiye geçişle sınırlı değil. Tüm sektörlerde, yeni teknolojilerle iş sürecinin aşamalarının azaltılmasından, yeniden organize edilmesinden bahsediyoruz. Ortada çok daha kapsamlı ve hayatlarımızı derinden etkileyecek bir dönüşüm süreci var. Türkiye bu sürecin dışında kalırsa yalnızca ihraç mallarına ek vergi uygulanacağı için değil, teknolojik değişimin gerisinde kalacağı için de uluslararası rekabet gücü kaybına uğrayacak. Bunun farkında olmak lazım. Karbon bazlı olmayan yeni teknolojilerin devreye alınması, yoğun sabit sermaye yatırımı gereği nedeniyle tedrici olarak gerçekleşiyordu. Şimdi Batı’da COVID-19 nedeniyle negatif faiz oranlarının mevcudiyeti, uzun süredir yapılamayanı hızla yapılabilir hale getirdi. Ayrıca, virüs sonrası toparlanma sürecinin öncü kamu harcamalarını ve yatırımlarını gerektirmesi de yeşil mutabakatın itici gücü konumunda. Yeşil Yeni Mutabakatın bütçesi ve bütçe öncelikleri var normal ülkelerde. Laftan ibaret değil. İklim değişikliği gündemi, yeşil yeni mutabakat ile konuşmaktan yapmaya geçiyor dediğim buydu. Türkiye’de de hadise artık farkındalık kampanyasından, iş yapmaya doğru dönmek zorunda. Hatırlayın “Paris Anlaşmasını hemen onaylayın” diye yazarak 21 Aralık 2020’de konuya giriş yapmıştım. Artık işler elbette 2020 sonundaki gibi değil. Harekete geçmeye daha bir hazırız. Hatta dönüşüm hazırlıkları çoktan şekillenmeye de başladı. Ama daha kamudan tık yok. Hadisenin bütçesi hala yok. Yeni Ekonomi Programı ilk açıklandığında, beni dehşete düşüren durum hiç değişmedi. Aynı. Türkiye, hala Atlantik’in iki yakasındaki yeniden yapılanmanın farkında değilmiş gibi davranıyor. Kötü.
ULAŞTIRMA BAKANLIĞI’NDAN POLİTİKA BELİRSİZLİĞİNE KATKI ADIMI
Aslında Türkiye ekonomisinin bir bölümü son dönemde cıvıl cıvıl. Burayı rahmetli Timur Selçuk’un “Ekonomi tıkırında...” şarkısı eşliğinde okuyabilirsiniz. Hadise aynen öyle. Özellikle sanayimiz, pandemi döneminde başarılı bir performans sergiliyor. İhracatımız 200 milyar dolar barajını 2021’de aşacakmış gibi duruyor. Ekonominin bir bölümü pek dinamik.
Hepsiburada, Amerikan piyasasında hisse senetlerini satarak 680 milyon dolar topluyor ve hisse senetlerini genellikle teknoloji hisse senetlerinin işlem gördüğü NASDAQ’a kote ettiriyor.
Trendyol, Avrupa’daki, en çok kullanıcısı olan alışveriş uygulamalarından biri oluyor. Şirket, Reuters’in haberine göre, SoftBank’in de aralarında olduğu bir grup yatırımcıyla 2 milyar dolarlık yatırım görüşmeleri yürütüyor.
Online lojistik platformu GETİR, Türkiye’de başlattığı iş modelini aldığı yatırımlarla Londra’ya, Paris’e ve Berlin’e genişletiyor. Bu arada, merkezini Hollanda’ya taşıyor. Türklerde, girişimcilerimizde, belirgin bir gariplik bulunmuyor. Hadise, kamu ile alakalı. Neden?
Tam, bunlara bakıp ülkemizde özel sektörün dinamizminden bahsedeceksiniz mesela. Birden, geçen cuma Karayolları Taşıma Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik 31529 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanıyor.
Nedir diye bakıyorsunuz? Amaç, 11 Mayıs 2021 tarihli Resmi Gazete’de aynı yönetmelikte yapılan bir değişikliği geri almak yalnızca. Nedir konu? Pandemi ile birlikte, Türkiye’de de online alışveriş tutarı artmaya başladı. Bu tür siparişlerin anında dağıtımını hedefl eyen lojistik operasyonların önemi arttı, trafiğe kayıt edilen motosiklet ve hafif ticari sayıları ciddi oranda yükseldi, iş gücü istatistikleri kurye istihdamının artmaya başladığını gösterdi. Sabit teslimat noktaları, kargomatlar, ortaya çıkmaya başladı. Hep yatırım. Şirketlerimiz, pandemi dönemine intibak etmek için yatırım yapıyorlar. Uzun süren sessizlikten sonra artan makine-teçhizat yatırımlarına, öncelikle hep bu intibakla ilişkili olarak bakmakta fayda var doğrusu.
Bu çerçevede, 11 Mayıs’ta yapılan bir düzenleme ile Ulaştırma Bakanlığı, “girişimci kurye”liğin önünü açmıştı. Bir nevi, teslimat alanında bir tür UBER düzenlemesinin bile önü açılmıştı. Ama daha önemlisi ortadaki kargo kapasitesi eksikliği problemine doğal bir çözüm bulunmuştu. Bu durumda, isteyenler kendi araçları ile hızla büyüyen online alışveriş sektöründe, teslimat yapabilecek ve teslimat başına ödeme alabileceklerdi. Böylece yeni teknolojilerle uyumlu bir yeni iş modelinin önünü açıyordu Ulaştırma Bakanlığı.
Sonra 2 Temmuz’da aynı bakanlık, “girişimci kurye”lerin tabi olmaları gereken esaslarda değişiklik yaparak, iki buçuk ay önce kendi yaptığını kendi bozdu. Aynı bakanlık dün başka şey söylerken, bugün başka şey söylemeye başladı. Şimdi kendinizi bir yatırımcının yerine koyun. Diyelim bu Ulaştırma Bakanlığı’na güvenerek bir yatırım yapmaya kalktınız, arada bakanlık fikrini değiştirdi. Siz ortada kaldınız. Aynı hükümet, tek parti, iki karar. Alın size politika belirsizliği.
Alın size zamansız bir kocaman falso. Nedenini sormak bile abesle iştigal. Böyle bir hatanın özrü, olsa olsa kabahatinden daha büyüktür.
Hem de tam yeşil-dijital dönüşüm sürecinin tam başındayken, tam da artık harekete geçme zamanı derken, dijital dönüşümle yakından alakalı bir alanda, dijital ortamda alınan siparişlerin teslimi konusunda kocaman bir gaf. Geçen Aralık ayı civarında, Türkiye’de yatırım yapmış yabancı şirketlerin temsilcileri sohbet ederken, en çok yakındıkları konu tam da buydu: Yabancı yatırımcılara bir dizi vaatte bulunuluyor, belli bir yatırım ortamı sözü veriliyor, sonra verilen sözler unutuluyordu. Türkiye’de politika belirsizliği en ciddi problem olarak görünüyordu. Yatırım ortamı, yatırım esnasında, neden olduğu anlaşılmayan bir biçimde değişiyordu.
YEŞİL-DİJİTAL DÖNÜŞÜM SÜRECİNİN YÖNETİMİ TEMEL MESELEMİZDİR
Geçen hafta SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi, enerji geçişi için Türkiye’nin her yıl 12.3 milyar dolarlık yatırım yapması gerektiğini açıkladı. Bu miktar yalnızca enerji geçişi için, dikkatinizi çekeyim. Yeşil-dijital dönüşüm, her yıl 10 milyarlarca dolar yatırım demek. Gayrimenkul yatırımları sayılmazsa yirmi yıldır ilk kez negatife dönen yabancı yatırımların, hızla pozitife dönmesi gerekiyor. Başka yolu yok.
Peki, buradan ne çıkar? İdarenin bir şeyleri yanlış yaptığı ortada olduğuna göre, bu tür hataların nasıl önlenebileceğine odaklanmakta fayda var sanırım. Bugüne kadar, ne yapmak lazım deyince üç hususun altını çiziyordum; şimdi oraya iki ilave yapayım müsaadenizle.
Birincisi, Türkiye’nin ilk imzacılarından olduğu Paris İklim Anlaşması’nı, bir an önce Meclis’ten geçirerek onaylamalıdır. Burada daha fazla ortada salınmanın manası yoktur. Şimdiye kadar “Ek1’den çıkalım” diye harcadığımız enerjiyi, 2018’de Almanya ve Fransa’nın Dünya Bankası ile birlikte Türkiye’ye önerdiği 3 milyar doları artırmak için harcasaydık, makul bir işi yapmış olurduk. Geçmişe değil, geleceğe odaklanmak daha faydalı. İkincisi, Türkiye’nin 2050 yılına uzanan ciddi bir karbon emisyonu niyet belgesi (INDC) hazırlaması gerekir. INDC demek, 2050 yılına uzanan bir ekonomik dönüşüm programı demektir. Uzun vadeli bir ekonomi programı, CDS risk primlerini azaltmakta yolun başı sonuçta.
Üçüncüsü, Türkiye, bir an önce, bu çerçevede, Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği Modernizasyonu için teknik çalışmalara odaklanmalıdır. Modernizasyon demek, Türkiye’nin Yeşil Yeni Mutabakat çerçevesine uyumunu planlamaktır aynı zamanda. Yeşil mutabakat ile örtüşen Gümrük Birliği modernizasyonunun göç anlaşmasından farkına dikkatinizi çekeyim. İlki ortak bir gelecek vizyonu tasarımına imkan verecek kadar kapsamlı ve zengin, ikincisi ortak gelecek vizyonuna tasarımına imkan vermeyecek kadar sığ. Fırsatları görmek gerekir.
Dördüncüsü, kamunun, en yukarıdan en aşağıya, Yeşil Yeni Mutabakat konusunda bir stratejik vizyona ihtiyacı olduğu ortadadır. Çalışmaların başlangıç noktası, ortak bir bakış açısı oluşturmak olmalıdır. Geleceğe yönelik ortak bir bakış açısı olmadan, idarenin ortak bir pozisyon geliştirmesi düşünülemez. Ortak pozisyon yoksa finansman hiç olmaz. Şimdiden söylemiş olayım.
Beşincisi, idarenin mevcut dağınıklığı ile yeşil-dijital dönüşüm konusunda geleceğe yönelik ortak bir bakış açısı geliştirebilmesi mümkün görünmediğine göre, konu ile ilgili tam yetkili bir Cumhurbaşkanı temsilcisi atanmasında fayda var. Konu, adaletten güvenliğe, maliyeden çevreye her konuyu içeriyor ve daha fazla hata yapılmaması lazım. Bu dinamik özel sektörü, bu yükten artık kurtarmak lazım gördüğüm. Aksi takdirde, şirketleri borçlu, banka bilançoları sorunlu, CDS risk primi politika kredibilitesi olmadığı için bir türlü düşmeyen, kural hâkimiyeti yaralı, kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir ülkede, yeşil-dijital dönüşüm pek kolay görünmüyor doğrusu. 1990’ları kaçırdığımızda Çin’in uyanışını kaçırmıştık, şimdi Batı’nın sıçrayışını da kaçıracağız korkarım.
Neden diye soranlara ne diyeceğiz? 1990’lardan laf açılınca, “koalisyonlar, malum” deyip geçiyoruz. Şimdi de yüzde 50 artı 1 oy ile idareyi belirlemek siyaseti parçaladı, küçük partilerin siyasi önemi arttı, ittifak adı altında koalisyonlar geri geldi diyeceğiz zahir.
Siyaset işte. Yalan dolan.
Paris Anlaşması Montreal protokolü gibi değil ama şimdiden söylemiş olayım, beklentiniz öyleyse.