Misafir değil ev sahibi…
Kıymetli dostlar, “siyah minibüs” diyerek çıktık bu yola. Geçen hafta salı ve cuma günkü yazıların neticesinde konu geldi dış kaynak ihtiyacımızın aciliyetine ve fakirleşmemize dayandı. Bu yazıda da “siyah minibüs”lerin süvarileri “misafirlerimizin” nasıl “mekânın sahibi” noktasına geldiklerini bir başka açıdan ele alacağım. Hemen söyleyeyim, Türkiye’deki kaçaklar, göçmenler, “geçici koruma” statüsü altındaki Suriyelilerin adedi gibi konular değil esas meselem. Bunlara değineceğim ancak detayına odaklanmayacağım. Nihayetinde bu konular önemli olmadığı için değil elbette.
Bunlar muhakkak önemli. Sadece bir ülkeden, Suriye’den, gelerek ülkenizde yaşayan insan sayısı asgari 3,3 milyonsa, bu tabii ki vahim bir meseledir. Ülkenizde, yine sadece Suriye asıllı, bir milyon çocuk doğduysa, bu önemli bir konudur. Kadınlarınız, ülkede mevcut sosyo-ekonomik şartlar nedeniyle, “üç de yetmez dört tane” propagandasına rağmen, 1,8 bebek doğururken; yine sadece Suriyeli kadınlar, sizin ülkenizde, onlar için geçerli sosyo-ekonomik koşullarda, her bir kadın başına 5,3 bebek dünyaya getiriyorlarsa, bu mühim bir mevzudur. Dünya genelinde, benzer koşullarda, azami üç yılı bir başka ülkeye “sığınarak” geçirmiş insanların, sadece %3’ü geri dönüyorsa ve siz on iki senedir bu insanları ağırlıyorsanız, bu ciddi bir sorundur. “Geçici koruma” statüsüne sahip Suriyelilerin %75’i “ben ülkeme dönmem”, %25’i şartlı olarak “dönebilirim” diyorsa, kritik bir eşiği aşmışsınız demektir.
Bir ülkede kaçak, koruma altında, göçmen vs. statüde yaşayan nüfus, toplam ülke insanı adedinin %6’sına ulaşmışsa, bütünüyle şuursuz veya devlet denilen yapının doğasından bihaber değilseniz, kaygılanmanız gerekir. Ümmet romantizmi içerisinde meseleyi geçiştiriyorsanız bu durumda da ya ideolojik körlük içerisindesinizdir ya da bu ülkenin geleceğine ilişkin başka bir dizaynınız vardır. Veya bu sorunu, bekaya matuf acil güvenlik sorunlarını bir surette çözmenin arzu edilmeyen, ancak yönetilebilir, bir yan neticesi addediyorsanız bu durumda da hem maliyet algınız hem de stratejik aklınız isabetli çalışmıyor demektir. Öte yandan meselenin yalnızca polisiye tedbirlerle, höt zötle, zorla çözülebileceğini düşünüyorsanız da vicdanınız, vizyonunuz, bilginiz veya bunların hepsi birden eksiktir. Bunlardan endişelenmek için ülkede yaşayan yabancıların sayısının, birilerinin muhtemelen siyasi amaçla abarttığı gibi, 13-17 milyon olması gerekmez. Bu konulara tasalanmak için, yine muhtemelen abartılı şekilde iddia edildiği gibi, söz konusu yabancıların sosyo-ekonomik şartlarını sürdürebilir kılmak için harcanan kaynağın 150 milyar dolara ulaşmış olmasına da ihtiyaç yoktur. Bu sayıların dörtte biri bile ülkenin tüm sosyal, siyasi ve ekonomik yapısını, dengelerini altüst etmeye yeter de artar bile.
Fakat ben birbirini izleyen bu yazılarda ülkemizdeki yabancılar meselesinin vahametini bir başka açıdan dikkatinize sunmak için yola çıktım. İyisi mi biz amaca bağlı ve rotada kalalım. Meselemiz, hayatiyet kesbeden dış kaynak ihtiyacımız, bunun giderilmesi için “siyah minibüs”lere süvarilik eden “misafirlerimiz”e bağladığımız ümidin dinamikleri. Bu yazıda odağımız “misafirlerin” mekânın sahibi geldi edasını besleyen arka planın bir başka yüzü olacak. Bu eda, bu işve, bu kâvi (yakıcı) nevcivan (delikanlı, yeniyetme) tavırlar, acep nedendir diyorsanız kısa cevap şu; hakikaten mekânın sahibi oluyorlar da ondan! Daha açıkça ifade edersek; artık onlar mal sahibi…
Şimdi efendim yabancıların Türkiye’de taşınmaz satın almalarının önündeki sınırlamaları, neredeyse bütünüyle, kaldıran ve “Mütekabiliyet Yasası” olarak da bilinen yasa değişikliği, aynı yönde yapılmaya çalışılan ancak 2003 ve 2005’te Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği girişimlerin ardından, 2012’de hayata geçirildi. Tapu Kanunu ve Kadastro Kanunu’nda 2012’nin mayıs ayında yapılan ve, o dönem MHP dahil tüm partiler aleyhinde oy kullanmışken, AK Parti grubunun reyleriyle kabul edilerek yürürlüğe giren düzenlemeden bahsediyoruz. Kısaca “misafirler” o noktadan sonra “ev sahibi” olma konumuna geliyorlar.
En başta bu söz konusu “Mütekabiliyet Yasa”sının ismine bakmamak lazım. Eskilerin tabiriyle, “mefh um-u muhalif”inden (sözden anlaşılan anlamın tersinden) yola çıkılarak konmuş bu ad. O vakitlerde yasaya ilişkin tartışmaların odağında, yasanın yabancılara mütekabiliyet şartı aranmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde mevcut taşınmazlar üzerinde mülkiyet tesis etme hakkı vermesi yer alıyordu. Anlaşıldığı üzere konu mütekabiliyetin yokluğuydu. Bunun anlamı benzer ve kıyaslanabilir mülkiyet edinme haklarının gayrimenkul alımını yapan kişinin vatandaşı bulunduğu ülke tarafından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına tanınmış olması şartına bakılmaksızın yabancı uyrukluların ülkemizde taşınmaz edinmesiydi. Kısaca eleştirilerin sebebi parayı verene düdüğün çaldırılması esasından hareket ediliyor olmasıydı. Zamanın Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar bu eleştirilere “gayelerinin”, Türkiye’nin “dünyayla bütünleşmesi” olduğunu söyleyerek cevap veriyor ve şöyle devam ediyordu: “Bizim gayemiz, dünyadaki uluslararası sermaye Türkiye’ye aksın… Bizim gayemiz, Avrupalılar, Asyalılar, dünya milletleri gelsin, ülkemizde seyahat etsin, turist olarak kalsın, ülkemizde yatırım yapsın, ülkemiz gelişsin, kalkınsın. Bu, gelişen dünyada böyle. Yabancı sermayeyi ülkemize getirmek durumundayız.” O dönemde MHP’nin Grup Başkanvekili olarak görev yapan Oktay Vural’ın partisi adına bu yasayı “kapitülasyonlara” benzettiği, bu sözlerin MHP milletvekillerince alkışlandığı da Meclis tutanaklarından görülebiliyor. Bu defa Anayasa Mahkemesi de mütekabiliyet meselesinin mühim bir engel teşkil etmediğine hükmetmiş olmalı ki, AK Parti döneminde üyeliğe getirilmiş azalarının oylarıyla, yasayı 2013 Temmuz’unda onaylamıştı.
Netice ne mi? Netice; memlekete 2013’ten bu yana 128,9 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye girişi olmuş. Bunun %37’si, ki 47,7 milyar dolara karşılık geliyor, gayrimenkul alımlarıyla olmuş. Sadece 2022’de yabancılara, ortalama kurla, 6,6 milyar dolarlık, 8,339 milyon metrekare büyüklüğünde taşınmaz satılmış. Bunun 70 bini konut, 4 bin 311’i arsa, arazi, tarla, bağ, bahçeymiş. Bunlarının 5’inin 1’ini Ruslar almış, kalanı kapanın elinde kalmış. Aslında 2002’den bu yana ülkeye giren toplam 254,2 milyar dolarlık yabancı sermayenin 69,6 milyar dolarla yüzde 27,4’lük bölümünü yabancılara gayrimenkul satışları oluşturmuş (Önemli not parantezi: Ekonominin kalbinin tekleme miladı olan 2018’den bu yana, özellikle de öte dünyaya kopuş yaşadığımız 2021 Eylül sonrası dönemde, yabancı sermaye girişi daha büyük ağırlıkla gayrimenkul ticareti ile sağlanmış görünüyor.) Anlayacağınız, uzun zamandır ülkeye yabancı yatırımcının teveccühünü meğer vatanın taşını, toprağını ama en önemlisi betonunu satarak sağlamışız. Boşuna, “misafirliğe geldiler ev sahibi oldular”, demiyoruz… (Merak parantezi: “Kötü komşu insanı ev sahibi yapar” derler ya, artık bunlar nasıl bir kötü komşuluğumuzu gördülerse, bilemedim?)
Son on yılda sadece şehr-i İstanbul’da 138.840 konut almış bizim “misafirler”. Türkiye genelinde yaptıkları toplam alımın %39’una denk geliyor. Bu miktar İstanbul’da mevcut bağımsız hane stokunun % 2’si. Diyebilirsiniz ki; “Hoca, tamam da büyük rakam değilmiş”. Ama kazın ayağı öyle değil. Zira, bizim memlekette ev sahipliği oranı 2014’ten beri düzenli düşüyor. “Gençler bilmez”, bir “ah”, bir “of”, bir de “pof” çekip anlatmak lazım. 2014’te nüfusun %61,1’i ev sahibiyken, bugün oran %56,7. Yetmedi mi? Bunca paranın, verimli yatırımlar yerine, temelde servet transferi amacıyla betona gömüldüğü bu ülkede, 2012’de %20,9 olan kiracı oranı 2022’de %27,2’ye yükselmişti. Artış oranı %30. Aynı dönemde nüfusun yaklaşık %13 arttığını düşünürsek kira mahkumlarının sayısının kabaca %47 arttığını söyleyebiliriz. İstanbul’da aynı dönemde nüfus %14 artmışken ve Türkiye genelinde oranlar böyleyken, %25 kira artış sınırlamasına da rağmen, son dört yılda İstanbul’da kiraların %713, otuz büyükşehirde %697 arttığı hesaba katılırsa bunlar can yakıcı sayılar oluyor. Üstelik daha adı geçici, uygulamada kalıcı “koruma” statüsündeki misafirlerimizin konut meselesi, özellikle de kiralar üzerinde yarattığı baskıyı; ve ekonomide “epistemolojik kopuşun” yarattığı enflasyonun fakirleştirici etkisini konuşmadık bile. Bu iki konu ilişkili olmakla birlikte ayrı ele alınması gerekiyor. Ülke zenginleşen, refahı artan bir ülke olsa belki bunlara tahammül edilebilir. Ama “büyüklere masallar” haricinde durum böyle değil. Kısaca iktisat politikasının ve dış politika tercihlerinin yarattığı bir barınma krizinin eşiğindeyiz. Ümit ediyorum ki bu kriz sosyolojik bir buhrana dönüşmeden çözülebilsin. Fakat gerçekçi de olmak lazım…
Aziz dostlar, bu yazıyla birlikte “siyah minibüsler” odaklı güzergahımızda bir durak kaldı: “Misafirlerimize” vatandaşlık promosyonuyla gayrimenkul pazarlanması meselesi. Bir sonraki yazıyla seriyi tamamlarken bu anahtar teslimi vatandaşlık uygulaması sahibinden ihtiyaçtan mıdır, yoksa yerli ve milli midir konusunu ele alacağız…