Melisa Gürpınar’ı çok özlüyorum
Hayatı, doğayı, onları oluşturan o küçük ve güzel ayrıntıları anlatmış; şiir, oyun, roman, çocuk kitabı türlerinde eserler vermişti Melisa Gürpınar. Yaşasaydı 9 Aralık’ta 84 yaşına basacaktı... Çiçekleri, bitkileri, denizi, havayı, balığı, beş asırdır ailesinin yaşadığı bu kadim kenti ondan dinlemiş, anlattıklarından çok şey öğrenmiştim.
Ne diyordu Melisa?
“Okulda hayat bilgisinde ne öğrenilir? Ailemiz, çevremiz, mahallemiz, mevsimler… Bugün ne ağaç biliniyor ne çiçek ne mevsim… Hiçbir şey bilinmiyor... Şimdi ben, bir dinozor gibi hâlâ son kalan ağaçları yazıyorum, onlar için üzülüyorum kesilince ki her gün çevremde bir ağaç kesiliyor, şu mahallede bile.
İnsanın kendi doğduğu, yaşadığı topraklardaki büyüme hızı başka, başka bir yere gittiği ya da tutuklu kaldığı zamanki yaşama modu başka. Yani çiçekler için de aynı böyle. Yeri değiştiği zaman, taşıdığınız zaman, götürdüğünüz zaman, olmuyor.
Bu değişmeyi özümseyip hemen adapte olanlar daha gençler, ama kimisi hâlâ uyum sağlayamıyor. Eğer Anadolu’nun bir şehrinden gelip İstanbul’a yerleşmişse ölünce beni yerime götürün diyor. Yani ölüsünün bile, istediği bir toprakta tekrardan yeşermesini, göğermesini istiyor.”
Beş kuşak İstanbullu bir aileden geliyordum, Melisa’nınkiler ise beş asırdır İstanbul’da yaşıyorlardı:
“İstanbullu olmak artık marifet değil, İstanbul’u sevmek, İstanbul’u yazmak önemli! İstanbullu olmayıp İstanbul’u yazan çok önemli şairler var, onun için İstanbullu olmak fazla bir anlama gelmiyor.
Herkes kendine göre, aklına estiği gibi davranıyor. Hele günün modası hırçınlaşmak, kavga çıkarmak ve bağırmak üzerine bir söylemle ilerliyor ya da çok vahşi çizgilerde gidiyor. Tabii arada gençler kalıyor. Gençlere yönelik kültür olayları da zaten internet oyunlarından başlayarak şiddete yönelik. Yani eski İstanbul âsudeliği yok.
Bunlar, tam 50 yılda oldu. Bunu ilkin heyecanla, hevese karşıladılar, ama ülke allaktı bullaktı, şuydu buydu onu kimse görmüyordu. Herkes ahşap evini yıktırmaya başladı. Her sokakta - İstanbul’un yaz günlerini hiç unutamam - ahşap evlerden çatır çatır yıkım sesleri geldiği hâlâ kulağımdadır. Yıkım sesleri! Yaparken ki çat çut sesleri değil, inşaatlarda şarkı söyleyen, türkü söyleyen işçilerin sesleri değil. İlkin yıkım sesleri duyulurdu o bahçelerin içinden kesilen ceviz ağaçlarının gürültüsü, yıkılışı.
Eski bir zarafeti arıyorum. Kadıköy vapurlarındaki yalancı temennahlar değil tabii bu beklediğim zarafet. İnsanların birbirine gösterdiği saygı, ilgi vefa gibi kavramlar.”
Ne zaman evine gitsem beni her birinin ayrı hikâyesi olan Afrika menekşesi saksılarıyla dolu odasında ağırlamıştı. Mastika, evde yapılmış gül ve incir reçelleri tatmıştım... Anneannemin ölümünden yıllar sonra eğer yaz mevsimiyse - Melisa’nın elleriyle hazırladığı - gül şurupları içmiştim...
“Siz, sahip çıkmamız gereken en önemli maddelerden biri olan İstanbul’un da eskiden kalan son çizgilerini bilenlerdensiniz” deyip her zamanki gibi biraz daha biraz daha anlatmasını istemiştim:
"İstanbul çok sere serpe bir şehirdi eskiden, yani köyle kent arasında gidip gelen... Bugün bambaşka, kalabalık bir köy, ama o zaman âsude bir sayfiye şehri gibiydi. Çalışanlar vardı, ama sessiz sessiz çalışanlardı. Üsküdar iskelesinde rejiye giden işçi kızlar. Basma elbiseli, başları açık, yandan iki tane cebi olan kıyafetleriyle Cibali tütün fabrikasında çalışan kızlar. Haliç şeridindeki feshane fabrikasında çalışan dokuma ustaları. Sessiz, sakin orta halli memurlar... Yani işçi sınıfı da sanayi gelişmiş olmadığı için onlar da, çok, ne diyeyim eski deyimle mülayim insanlar, örgütlenmemiş.
Öğretmenlerin hepsi idealist, o zaman daha öğretmen sendikaları filan da yok, hepsi cumhuriyet tutkunu, çocukları aşkla, şevkle Anadolu’da olsun İstanbul’da olsun yetiştirenler... Hangi kuruma gitseniz idealist insanlar görürdünüz. Belki demir işinde, tren işinde bilmem şu bu işinde, şeker işinde onların kralları karaborsacıları, akborsacıları vardı, ama halkın muhatap olduğu hep orta halli bir kesim, ticaret yapmayan Türkler arasında hep maaşlı, devletten beslenen bir memur kesim, bir sakin bir hayat vardı.
Benim çocukluğum işte böyle bir dinginliğin içindeydi. Biz bilemezdik belki eziyet ederdi tek parti, ama biz bunu hissetmezdik, yani, belki kapanma aşamasına geliyordu Köy Enstitüleri, ama bu İstanbul’un umurunda değildi. İstanbul, anılarıyla yaşıyordu."
Doğru, eski İstanbul’u özlüyorum, ama bana onu anlatan, yaşatan, eserlerinde eski İstanbul'un sadece "son çizgileri"ni değil, aynı zamanda ruhunu da yansıtan 10 sene önce kaybettiğimiz sevgili dostum Melisa Gürpınar’ı çok daha fazla özlüyorum.