Melisa Gürpınar’ı anarak bir bayram yazısı
Hayatı, doğayı, onları oluşturan o küçük ve güzel ayrıntıları konuşacak kaç kişi kaldı?! Onlardan birisi, edebiyatçı sevgili Melisa Gürpınar’ı da kaybedeli neredeyse sekiz yıl oluyor. Ramazanın şu son günlerinde, bayram öncesi onunla buluşabilmeyi, sohbet etmeyi, her şeyi ondan dinlemeyi öyle isterdim ki... Fatih Sultan Mehmet zamanından bugüne İstanbullu bir ailenin torunu olan Melisa Gürpınar ile ne şanslıyım ki “o eski Ramazanları, bayramlar”ı birçok kez konuşma fırsatı bulmuştum. Dün gibi hatırlıyorum, bir defasında demişti ki:
“Çocukluğumdan kalma hiçbir ramazan, hiçbir bayram, özel anılan hiçbir gün bende güzel anılar bırakmıyor artık. Çünkü hepsi yok olmuş, bitmiş, geçmiş zaman düşleri olarak duruyor. Bugün fazla bir heyecan uyandırmıyor. ‘Ah o eski ramazanlar’, ‘Ah o eski bayramlar’ı hâlâ deme noktası olanlarımız varsa içimizde, ki ben o noktada değilim artık, belki bir 100 yıl sonra da bugünleri anarak ‘ah nerde o eski bayramlar, eski ramazanlar’ dedirtecek bir raddeye gelineceğini anlamalıyız. Evet, gene ramazan ayını yaşadık, gene pide çıktı. Eski ramazanlarda yenen, şükran lokmasıydı. Sofralar, gönül sofrasıydı. Eski ramazanların ulviliği, gizliliği, kapanıklığı, kendi kendine, içten içe güzel güzel yaşanmışlığı artık yok.”
O eski Ramazanları, bayramları yaşamış biri olarak ben de karamsarım ama “yarın bayram, neşe doluyor insan” demeyi sürdürüyorum hâlâ. İçsel hazırlıklarımı bayrama göre yapıyorum. Beş kuşak İstanbullu ailemden kalan şeylerden biri bu, diye düşünüyorum. Melisa diyordu ki:
“Önceden hazırlığı vardı bayramların, içsel bir hazırlık… Çünkü bütün sosyal ilişkiler bayram üzerinden yaşanırdı. Bu iç hazırlığımız olmayınca olmuyor. Konfeksiyonun olmadığı bir dönemde - İstanbul’u ele alalım, ben İstanbul’u biliyorum - bir Mahmutpaşa Yokuşu’nda alışverişe çıkılmamışsa o bayram gelmiş midir? Gelmemiştir. Şimdi kimse Mahmutpaşa’dan metreyle basma almıyor çocuğuna elbise dikmek için, tarak almıyor, hamam tası almıyor…”
Bugün hâlâ Mahmutpaşa Yokuşu’nun bayramlardaki kalabalığını anımsıyorum bir de büyüklerimizce verilen neredeyse koleksiyonunu yaptığım bayram mendillerini… Tabii içindeki bayram harçlıklarını da… “Özellikle kâğıt mendil çıktıktan sonra kumaş mendiller, bayramlarda her çocuğun cebine içinde birkaç kuruş ile konulan mendiller ortadan kalktı” demişti Melisa ve devam etmişti:
“Davranış biçimlerimiz değişmiş, kavrayışımız - eskiler idrak derlerdi buna - değişmiş, neşeyi, sevinci ne ramazanda, ne bayramda yaşayışımız kalmış. Bir tür sosyalleşmeydi bayramlar. Bayramdan önce aynı düğün hamamı gibi bayram hamamına gidilir, çoluğunuzu çocuğunuzu yıkardınız. Kabristan ziyaretleri yapardınız. Hayatla ölüm iç içe geçmişti, uhrevilikle dünyevilik yan yanaydı eskiden.”
Evimizin bulunduğu sokağın bitiminde bayram yeri kurulurdu. Bayramı heyecanla bekleme nedenlerimden birisi oydu. Atlıkarıncaya, salıncağa ilk orada binmiştim. İlk uçan balonumu bana orada almışlardı. Bayram yerleri de kayboldu demiştim Melisa’ya “İstanbul arada kayboldu, sabahleyin günaydın diyen, merhaba diyen, nasılsın diyen, komşusuna hatır soran, yoldan geçene, tanımadığına eski deyimle temennah eden birileri kalmadı” diye yanıtlamıştı:
“Herkes bir şekilde kendi küçücük çıkarını elde etmek için birbirine kötülük yapmak sevdasında, yani bu sokaktan geçen bir şey yapacak: Ya arabanıza ya bahçenize ya pencerenize dokunacak yani bir şey yapacak, kendi daha çok yayılsın bu kente diye diğerlerini sıkıştıracak.”
Ramazan sofraları, bayram yemekleri bildiğim tadını kaybetti; eski reçeller bile yapılmıyor, turşular kurulmuyor artık. Gül şurubu da yok; adı üstünde güllaç ama bazıları sevmediği için üstüne gül suyu dökülmüyor, diye yakınmıştım. Yanıtı hep hatırımda:
“Ama hiçbir şey kalmadı deyip de hüzünlenmektense acaba 100 sene sonra insanlar ne yiyecekler ne içecekler nasıl bayram yapacaklar ben onu düşünüyorum.”
Sevgili Melisa Gürpınar seni çok özlüyorum…