Makbulden maktule makulün evrimi: Hepimiz Pargalıyız!
Açıkçası dünyada tarihiyle bu kadar övünüp, sonra da o tarihin referansı olarak, araştırma yerine, yalapşap yapılmış televizyon dizilerini kullanan kaç toplum vardır bilmiyorum. Elbette sözüm, anlattığı hikâyeyi kurguyu daha ilginç hale getirecek unsurlarla bezeyerek kurmaca bir öykü haline getiren yapımcılara, yönetmenlere, senaristlere, oyunculara değil.
Mesele, tarihini bilmeyen, ve bu konuda okumaktan yana da hiç dertlenmeyen; ancak, mesela bir dizide, “kafasına uymayan” bir husus gördüğünde kızılca kıyameti koparmayı “ulusal gurur” nişanesi kabul edenler. Ulusal gururu esas sakatlayanın, bu konulardaki kesif cehalet; bu cehaletin düzenbazlara sağladığı manipülasyon imkanının öznesi olmayı kabulleniş; tüm bunları yaparken ortaya konan bilinçaltı kendine güvensizlik, olduğunun şuurunda olmayanlar. Bu denklemin bir tarafında da, güncel olaylara ilişkin güdümlemeleri, sessiz ve derinden yapılıyor olsa içim yanmaz, gürültülü ve yüzeysel biçimde kafalara işleme işiyle meşgul olanlar var. Bu noktada yapılanın tabii ne tarihle ne gerçeklikle bir ilişkisi var. Düpedüz bir propaganda ve kamuoyu oluşturma faaliyeti. Ama ne gam! Okumayan yer, yemeyen gargara yapar…
Atatürk’ün çok bilinmeyen bir sözü var: “Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha büyük olur”, diyor. Yazık ki biz genellikle, kendimizi bilmektense, kendi kendimize, yine kendimizle ilgili masal anlatmayı; sonra da bunlara hakikat diye tutunmayı seviyoruz. Halbuki, “büyük millet” olduğumuza kuşku yok. Yeter ki tüm çeşitliliği ve renkleriyle kimliğimizi, tarihimizi kucaklayalım. (Anlamamakta direnecek olanlara özel not: Bölünmekten değil, birleşmekten bahsediyorum!) Bu çeşitliliğin zaafımız değil, gerçek gücümüz olduğunu bilelim. Bu toprakları bir medeniyetler membaı (kaynak) haline getiren temel özelliğinin bu olduğunu anlayalım. Osmanlı’nın benzerlerini aşan ömrünün, bu gerçekliği kucaklamakta gösterdiği siyasi örgütlenme maharetinden kaynaklandığını kavrarsak, kuşkum yok, hem kendimize hem başkalarına saygımız artacak. (Açıklama parantezi: Kimsenin, diğerlerinin, neticeleri doğrudan ve fiziki olarak kendilerini etkilemeyen seçimlerini, hele ne olup ne olmadıklarını, “hoş görme” hakkı yoktur. Göstermek zorunda olduğunuz şey saygıdır. Bu keyfî bir vaziyet değil zarurettir.) Bunun yerine halimiz, tarih okumamız, Murat Bardakçı’nın tespitine uygun cereyan ediyor: “Geçmişine bizim kadar küfreden ve yücelten başka millet yoktur”. Şimdi, “bu sinema, dizi eleştirmenliği hali nereden çıktı”, diyebilirsiniz.
Haklısınız. Anlatayım.
Mesele muhtemelen ilk aklınıza düşmüş olanlarla ilgili değil. Kastım Disney’in Atatürk’ümüzü konu alan diziyi yayınlamama acziyeti değil. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) isteyenin, gönüllü ve iradi olarak para vererek üye olduğu dijital platformlara, II. Abdülhamit’in “Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğü” misali ayar vermesinden de bahsetmiyorum. Aslında, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) İstanbul Şube Başkanı Banu Tuna’nın ifadesiyle; “istemeyen” in üye olmama özgürlüğünün bulunduğu, izlemeyeceği, “çocuk kilidi diye bir şey”e sahip dijital kanallara verilen cezanın hafife alınacak bir tarafı yol elbette. İlki, Disney vakası, Atatürk’ün “yüksek manevî kişiliği içinde bir önemsiz fert olmakla mutlu” olduğu bu millete yönelik bir büyük gaflettir. İkincisi de, aynı millete, “mini mini birler” misali, ahlakına ve tercihlerine sahip çıkamayan gayri mümeyyiz (ehliyyet sahibi olmayan, yapmış olduğu davranışların neden ve sonuçlarını anlama yeteneği bulunmayan) bir topluluk muamelesidir. Onu da nereye koyacağız, bu da ayrı…
Fakat hal böyle. Oldum bittim bizim ülkeyi yönetenler topluma ebeveyn olmayı sever. Ülkenin ve milletin ruhuna hâkim olmak, onu kendi mutena (seçkin) bulduğu kalıba dökmek, çabası her daim devletluların asli iştigal alanı olmuştur. Bu hal bugün de kültür ve düşünce hayatımızda ve, bunların söylemi belirleme gücü üzerinden, medyamızda yaygın vaziyette. Bu durum trajikomik paradokslara sebep oluyor. Örneğin, konserlere ve festivallere musallat olmayı vazife bilen bir “görev gücü” var. Bunlar itinayla kendi anladıkları inançlarına ve ahlak anlayışlarına mugayir (aykırı) buldukları festival ve konserleri, yasaklatmak suretiyle, “patlatıyor”lar. Bu sivil inzibata alışmak mümkün olmasa da kendilerini tanıyoruz. Gündemlerini de biliyoruz.
Ancak, elektronik matbuat üzerinden “bizzat yaptığı” incelemelerle çağırdığı sanatçıyı yasaklayan belediye başkanı yeni bir fenomen. Anlaşılan söz konusu sanatçının davet edilmesini de “bizzat” onaylayan Sayın Başkan sonrasında yapılan daveti iptal etmiş. Belki de Kiraz Festivali neticesinde, kanaatimce hiç yoktan, malul edilen Tekirdağ Süleymanpaşa Belediye Başkanını hatırladı. Kimbilir? Neticede anlaşılan, titrenmiş mücrim gibi baktıkça istikbaline! Öyle ya! Dost var düşman var. Yerel seçimler yaklaşıyor. Aday ederler, etmezler. Maazallah, birileri akıllara karpuz kabuğunu düşürüverirse diye olsa gerek, eksik kalınmamış, “milli ve yerli” slogan da atılmış. Sonunda “Aziz millete arz edilmiş”. Oradan hız alınamayınca vites arttırılmış, sanatçının ilçe sınırları içerisine girişi de “yasaklamış”! Ayıbı falan bıraktım bir kenara, yetki vs. soran yok tabi. Salla sallayabildiğin kadar.
Anlıyorum. Sevgili Azra Kohen’in roman başlığı misali, yerel seçim yaklaşırken Başkan Ankara’ya bağırıyor: “Gör Beni”!!! Keşke eli değmişken Türk vatandaşlığından da çıkardığını ilan etseydi de trajikomiklik dozu bakımından Moliére’i yakalasaydı(!) Ama bence bir sonraki dönem kendisini bürokraside değerlendirmek lazım, başkanlık yetmez. Zira, tarzına bakarsak içinde bir zamane Ebu Mukbil Kemal’i potansiyeli yaşatıyor gibi. “Kızılkuyruk” sanıyla anılan Ebu Mukbil Bey, Abdülhamit’in en acar Matbuat-ı Dahiliye reisiydi. Edebiyatı da kuvvetliydi; “Dülger’in Kızı” diye roman bile yazmıştı. Bunlar da ilham neticede! Başkanın romanı yok görebildiğim ama, sosyal medya mesajı ile iktifa edeceğiz artık. (Ben de bizzat araştırdım parantezi: İlhamı nereden bilmem ama araştırmada da bir şeyler ters gitmiş sanki. Söz konusu sanatçımız başörtüsüne de, kadınların kıyafet seçme özgürlüğüne de, Filistin’e de destek veren mesajlar atmış neticede. Benden söylemesi.) Gülünecek mesele olsa, basit siyasi dikkat çekme çabası der geçersin. Ama durum o kadar basit değil. Bu tiplemeler ve tavırlar nedeniyle memlekette makul malul oluyor (sakatlanıyor), maktule (cinayete kurban gitmiş insan) evriliyor. Memlekette, iktidarda da, muhalefette de siyasi konularda makulü yakalamaya, dillendirmeye çalışanların hali Pargalı İbrahim’den hallice anlayacağınız. En azından henüz. Malum Pargalı’da, Makbul İbrahimken, gözden düşünce Maktül İbrahim’e dönmüştü. (Tarih bilgisi parantezi: Osmanlı İmparatorluğunun 10. sultanı Kanun-i Sultan Süleyman’ın büyük veziri Pargalı’yı da çoğumuz yine bir televizyon dizisinden tanıyoruz. Biraz daha okuyup yazmayı sevenler onu Cahit Ülkü’nün “Pargalı İbrahim Paşa” (2001) isimli kitabından biliyorlar.)
Geçen haftanın son yazısında hatalardan ve bunlar savunulurken sergilenen kibirden bahsetmiştim. Savım şuydu: Savunulamayacak hataları savunurken geliştirilen çoğu insanın aklıyla dalga geçer gibi argümanlar, slogana indirgenen analizler, sadece toplumun öfkesini arttırarak kutuplaşmayı arttırmıyor. Aynı zamanda kendileriyle aynı mahallede ikamet eden, ancak makulü, uzlaşmayı arzu edenleri de zora sokuyorlar. Tezviratta çıtayı öyle bir seviyeye taşıyorlar ki, makulü savunanlar açısından “bedel” ödemeden uzlaşmaya yönelik kelam etmeyi, hatadan dönmeyi, hatayı eleştirmeyi geçtim, söylemin tadilini dahi imkânsız kılıyorlar. Bu da uzlaşmayı, makulü savunmayı gittikçe sıkıntılı bir iş, hatta eleştiri konusu, haline sokuyor.
Böyle ortamlarda toplumsal diyalog, siyasi tartışma, savaşa döner ve, malum, “savaşın ilk zayiatı hakikattir”. Hemen belirteyim burada sözüm söylem belirleme savaşlarının, iktidar, muhalefet, sadece bir tarafına değil. Özellikle seçimden sonra, tutulan tarafı savunmayı profesyonel iş ve ahlak haline getirmiş olanlar, elleri öyle yukarıdan açıyorlar ki, her iki mahallede de makulü temsil edenler, kendi mahallerinde onların yerine oynayanlar başta, badhâh (kötü niyetli) takımı için kolay hedefe dönüşüyorlar. Çıta o kadar yukarı çıkınca kimsenin makule, uzlaşmaya açacak yeri kalmıyor doğrusu. Bu fikri gettolaşma ortamında toplumsal uzlaşı fırsatını, giderek daha derinlere gömüyor olmadığımızı umuyorum. Neticede, ülkenin her vatandaşı kişisel tercihlerinden ve kimliğinden bağımsız, memleketin her köşesine rahatça giremiyorsa kamusal huzurdan da, adaletten de, umutlu bir gelecekten de bahsedilemez. Bunun hilafına attığınız sloganı, istediğiniz kadar milliyetçilik sosuna bulayın, nihayetinde İngiliz yazar Samuel Johnson’ın (1709 – 1784); “Milliyetçilik, düzenbazın son sığınadır”, lafına takılabilirsiniz. (Tezviratı engelleme parantezi: Johnson’ın eleştirdiği, aynı benim gibi, samimi milliyetçiler değil, milliyetçiliği kendi eylemleri içim bir meşruiyet kaynağı haline getirerek araçsallaştıranlardı.)