Liderlik yokluğunda Rusya’ya karşı koymak kolay olmayacak gibi
Rusya’nın Ukrayna’da NATO, Avrupa Birliği ve Birleşik Devletlere ya da kısaca Batı’ya meydan okuma sorunu çözülemediği sürece, Rusya’nın komşusunun topraklarını işgal edebileceği endişesi güçleniyor. Batı’nın Rus tehdidine askeri imkanlarla karşı çıkılmayacağını ama Rusya’yı mefluç kılacak sert yaptırımlarla cezalandıracaklarını bildirerek yaptığı uyarılar sonuçsuz kalabilir. Uzmanlar Rusya’nın mevcut para rezervlerinin güçlü olması, bazı alternatif piyasalara ve tedarik kaynaklarına sahip olması yanında yaptırımların hedef ülke ile birlikte uygulayıcıların ekonomilerine zarar verdiğine değinerek, uzun vadede bu yöntemin kullanılmasında ısrarcı olunamayacağına işaret ediyorlar. Yaptırımların ne derecede etkili olacağını bir yana bırakırsak dahi, bunların uzun vadede sürdürülebilirliğinin sorgulanması, Batı tutumunda daha kapsamlı zaaflar olduğunu gösteriyor.
Batı’nın tutumundaki zaaf, bir oranda piyasa ekonomisine ve demokratik yönetime sahip bir ülkeler topluluğu oluşturmakla birlikte, ortak politikalar oluşturan bir camia olmaktan bir hayli uzak olmasından kaynaklanıyor. Camia içinde yer alan ülkelerin aralarında, gerek sorunları tanımlamaları, gerek bunları çözmek için nasıl işbirliği yapacakları konularında önemli farklar bulunuyor. Otuzdan fazla ülkenin oluşturduğu bir toplulukta farkların bulunması doğal bulunabilir. Ancak, topluluğun önde gelen üyelerinin birçok konuda birbirinden çok farklı yaklaşımlara sahip oldukları ve değerlendirmeler yaptıkları da bir gerçek. Rusya’nın meydan okuması, Batı ülkeler grubunun aslında “ortak siyaset üretme” kabiliyetine sahip olmadığını bir defa daha ortaya koymuş bulunuyor.
Sorunun temelinde ne yatıyor? Batı savunma camiası 2. Dünya Savaşı sonunda ABD’nin Rus işgaline uğramamış bölgelerin Sovyet yayılmacılığına karşı toprak bütünlüklerini koruyabilmelerini sağlayacak bir araç geliştirme girişimleri sonucunda oluştu. NATO bu amacı gerçekleştirmek için kuruldu. NATO çerçevesinde ABD bir yandan Avrupa’da konvansionel askeri güç bulundurarak Avrupa savunmasını takviye edecek, diğer yandan Avrupa’nın nükleer savunmasını deruhte edecekti. Buna karşılık, NATO’nun Avrupalı üyeleri de ABD’nin İttifakın savunma stratejisini kendi başına belirlemesini kabulleneceklerdi.
ABD, Soğuk Savaş sürdüğü sürece, İttifakın nasıl bir yol izleyeceğine kendi başına karar verme alışkanlığını edinirken diğer üyeler, her zaman pek arzulamasalar bile, bu durumu kabullendiler. Soğuk Savaş yumuşayıp önce Varşova Paktı, ardından da Sovyetler Birliği dağılınca, ABD’nin tek başına tüm İttifak için karar almasını mümkün kılan koşullar zayıfladı. Buna karşılık, birbirini izleyen ABD hükümetleri yeni gerçeğe uyum sağlamaya, özellikle önemli kararlarda müttefikler arasında oydaşım oluşturmaya çalışacaklarına, ortaklarına danışmadan kararlar almayı sürdürerek, herkesin kararlarına uymasını beklemeye devam ettiler. Bu tutumları Rusya’nın Ukrayna’da meydan okuması karşısında ne yapılacağı üzerinde kamuoyuna da yansıyan uzlaşamamak manzarası ile sonuçlandı. Ancak bu olgunun ilk olduğu da söylenemez; benzer farklılıklar ABD’nin Irak’ı işgali, İngiltere ve Fransa’nın Libya’yı bombalaması ve Almanya’nın Nord Stream 2 boru hattının inşası için Rusya ile anlaşması sırasında da ortaya çıkmıştı.
Ancak, Avrupa ve AB’den kaynaklanan iki boyutlu bir başka sorun daha var. İlkin, NATO’nun Avrupalı üyeleri halen nihai savunmaları açısından, özellikle nükleer alanda (bunu caydırıcılık diye de okuyabilirsiniz) Birleşik Devletlere bağımlı durumdalar. Buna karşılık, ihtiyaç halinde ABD’nin kendilerini destekleyeceğinden de emin olamıyorlar. Bu endişeleri Trump’ın “herkes kendi başının çaresine baksın” diye nitelenebilecek yaklaşımından sonra daha da artmış bulunuyor. Fransızların ‘Avrupa kendi stratejik otonomisine sahip olmalı’ yönündeki görüşleri isabetli görünse bile, gerçeklerle bağdaşmıyor. Bu noktada ise AB boyutu gündeme giriyor. AB, Fransa ve Almanya’nın bundan böyle hiç savaşmamalarını sağlamak maksadıyla kurulmuştu. Avrupa bağlamında Almanya büyük bir askeri güç oluşturmaktan uzak durmuştur çünkü böyle bir çizginin Avrupa’da Almanya’nın Kıta’ya sadece iktisaden değil her bakımdan egemen olacağına ilişkin eski korkuları canlandıracağından endişe etmiştir, etmektedir.
İkinci olarak, AB kendi savunmasını planlayabilecek kadar ileri bir bütünleşme seviyesine erişemedi. Her üyenin diğerlerinden farklı dış siyaset hedefleri ve güvenlik endişeleri bulunuyor. Bunun sonucu dışardan gelen meydan okumalara karşı tutarsız tepkilere vermektir ki, günümüzde üyelerin Ukrayna krizi karşısında sergiledikleri farklı tutumlar aracılığıyla bu duruma yeniden şahit oluyoruz. AB’nin Merkezi-Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini alacak şekilde genişlemesi, güvenlik şemsiyesi altındaki birçok alanda ortak tavır oluşturulmasını neredeyse imkansızlaştırıyor.
Sonuç: ABD önderliğinin zayıflaması ve yerini başka seçeneğin almamış olması nedeniyle, Ukrayna sorunu ile baş etmek çok zor olacaktır. Aslında, Rusya’nın başlıca amaçlarından biri de Batı’nın kendi içindeki bölünmüşlüğünü sergilemek, böylece Rusya’nın meydan okumasına cevap verecek kadroların özgüvenini zayıflatmak olabilir.